Karadeniz ve Doğu Anadolu Turu – 3

Karadeniz ve Doğu Anadolu Turu – 3

-Doğu Anadolu Bölümü-

On Birinci Gün
3 Ağustos 2016

Gece, yakınımıza bir grup gencin bizden önce çadır kurduğunu görüyoruz. Gece ormanda bir bağırış, topluca şarkılar söyleyip, beyin kıvrımlarımızı yakan bu arkadaşlar gece sağolsun uykumuzun içine ettiler. Gece 3 gibi ancak uykuya daldıktan sonra oksijen fazlalığından sabah saat 6,30 gibi uyandık. Ama sanki 12 saat uyumuş gibi dinç kalktık. Kalktığımızda ise manzara aynen böyleydi.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tüfeksiz hareketler serisi ile sabah jimnastiğimizi ve esnemelerimizi yaptıktan sonra göl etrafını dolaşıyoruz.

Unutmadan buraya giriş ücretli, giriş 20 TL, çadır kurmak 25 TL. Bir önceki sene bizden para isteyen olmamıştı. Gerçi bu sene de biz akşamüzeri geldiğimizden bizden para isteyen olmadı. Çıkarken de görevli ile göz göze gelmemize rağmen para talep etmediler. Ama bizden önce gelen iki motorcu arkadaşlardan para almışlar.Artık sonraki görmek istediğimiz yer olan Murgul Delikkaya şelalesine doğru yola çıkıyoruz.

Borçka Karagöl Tabiat Parkı

Tekrar Borçka’ya inip, Anayol ayrımından sağ tarafa girip, Murgul istikametine girdik. 15-20 km. sonra Murgul ilçe merkezinde bir cafede kahvaltı içip durup kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra Deliklikaya şelalesine doğru yola çıktık. Buranın çok fazla tanınmadığını ve yeni gelen Kaymakam tarafından buranın turizme açılacağından yol çalışmasından dolayı yer yer beklemek zorunda kaldık.

Murgul Yolu

Şelaleye yaklaşık 1km. kala yol artık yol olmaktan çıkıp, tarlaya dönüyor resmen. Pokut yolunu burada arar oluyorum. Ama sonunda çektiğimiz çileye değiyor. Buraya daha önce Yola Çık ekibinin geldiğini görmüştüm. Burası çok sessiz, sakin bir yer. Küçük bir düz alan var. Burada çadır kurulabilir ama gece epey bir tenha olacaktır.

Bu şelale tortul kayaç üzerindeki 7 metre yüksekten kireç ve kil taşının suyu zamanla aşındırmasıyla 4 metre çapında oluştuğu tahmin edilen şelale bölge halkı tarafından, ‘Delikli Kaya’ adını verilmiş.

Eğer buraya gelmeye karar verirseniz Google Maps’deki yere inanmayın. Ordaki konum hatalıdır. Gerçek konumu Başköy tarafında ve koordinatları:

41°16’31.8″N 41°29’27.6″E

Murgul, Deliklikaya

Buradan saat 12:00 gibi ayrılıp, Karadeniz bölgesinden, İç Anadolu’ya akmaya başlıyoruz.

Çoruh Nehri’nin güzel kıvrımlarında çok keyifli motor sürmeye başlıyoruz. Fakat güneş tepemize çıktıkça dilimiz damağımız yapışıyor. Yusufeli yolunda yol çalışmaları nedeni ile epey bir toz bulutunun içinde sürmeye devam ettik. İşhan sınırlarında yok kenarında, aşağıdaki işletmeyi bir an vaha sandık ama yakınlaştıkça gerçek olduğunu gördük  Hemen içeri dalıp iki üç tane Ice Tea yuvarlayınca gözümüzün rengi yerine geldi.

Burada biraz dinlendikten sonra, 20-30 km. sonra Totum Gölü kenarında muhteşem manzarayı izliyoruz. Burada iklim de değişiyor. Bir Karadeniz evladı olarak buralar çok kıraç geliyor. Hiçbir yerde ağaç yok desem yalan olmaz. Ama yine de kendine has güzelliği var.

Burada manzarayı izledikten bir saat sonra Güzelyayla Geçidine geldiğimizde ısı değişiyor. Rakım 2090

Murgul Deliklikaya şelalesi
Erzurum/Tortum Gölü
Erzurum
Komik Şiveler
Yakutiye Medresesi
Medrese Müzesi

Şehir merkezine gelip, motosikletleri bir AVM nin otoparkına çektikten sonra. Dolaşmaya başlıyoruz. İlk dikkatimizi çeken yapı, 1310 yılından beri dimdik ayakta duran İlhanlılar mirası Yakutiye Medresesi oluyor. İçersi çok muhteşem bir yer. Her tarafta yüksek duvarlar, fil ayakları, beşik kemerler çok ihtişamlı geliyor bana.

Karnımız acıkınca, hemen Google amcaya danışıp, buranın en kaliteli cag kebapçısını soruyoruz. Google Amca bize buranın en meşhur cag kebapçısının Gelgör Cag kebapçısı olduğunu söylüyor. Bir zahmet tarif de et diyip yol tarifi alıyoruz. Meğer durduğumuz yere 500 mt. Uzaklıktaymış. Koşar adım gidiyoruz hemen.

Siparişi verirken porsiyon söylenmiyormuş burada. Doyunca “tamam, getirme” diyormuşsun. Bizde doyana kadar yedik

Meşhur Erzurum Cag Kebabı

Yemekten sonra kıtlama çaylarımızı da içiyoruz. Hesap iki kişi için 66 TL. geliyor. Tok karnına şehir gezmekten daha güzel bir şey yok. Bizde çıkıyoruz şehir keşfine.

Büyük bir heyecanla Çifte Minareli Medrese’ye geldiğimizde tadilata olduğunu görünce hayal kırıklığı yaşıyoruz.  Akşama kadar tarihi yerleri gezdikten sonra, çadır kurmak için en güzel yer olan Palandöken’e çıkıyoruz. 5-6 KM. sonra Palandöken’e çıkıp çadırımızı şehre karşı kuruyoruz.

Semaverde çayımızı demleyip, manzaranın tadını çıkarıyoruz. Çayımızı içip manzaranın tadına varınca, artık uykumuz geldiğinde çadıra girip, sessiz sakin olan bu yerde güzeeeelce uykumuz çekiyoruz. Yarın ola hayrola!

Gün sonu Raporu ;
Yapılan Km : 320 KM.
Yol durumu : Asfalt
Canlı Rota

Tarihi Taş han
Taş Han İçi
Boyahane Hamamı (1566)
Çifte Minareli Medrese
Narmanlı Camii (1738)
Abdurrahman Gazi Mesire Alanı

On İkinci Gün
4 Ağustos 2016

Sabah, oksijenden olsa gerek erkenden kalkıp küçük bir kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra “erken giden yol alır” diyerekten eşekleri yükleyip çıktık yola. Rotamız, Erzincan Taş Yol. Bir 120 km. sürdükten sonra Tercan’da durup yol kenarında çay içtik. Kask kamerası ve Telefonun hafızasını boşaltmak için bir internet kafede 1 saatimizi heba edip, tekrar yola çıktık. Yükselen güneşin altında yavaş yavaş erimek üzereyken Kemah’a geldik. Burada yol üzerinde tesadüfen gördüğümüz, hemen Fırat Nehrinin kıyısında, Selçuklu Sultanı Melik Şah türbesini ziyaret ettik.

Buradaki tesiste sıcak – soğuk içecek içip yolumuza devam etmeye başladık. Yaklaşık 100-120 km. sıcakta sürdükten sonra nihayet Kemaliyeliler Taşyol’a ulaştık.

Sultan Melik Türbesi

Buranın hikayesini gitmeden önce bir yerde okuyup, çok etkilendiğimden bu yolu es geçemezdim.

Burası Hemen Fırat Nehrinin kenarında bir yer. Burası 1800 lü yılların sonunda başlanmış. 300-400 mt. Gittikten sonra altyapı ve teknoloji eksikliğinden durmuş. 1949 yıında Kemaliyeli’ler tekrar kazma vurmuşlar. Bir süre sonra paraları bitince dönemin Başbakanı Şemsettin Günaltay’ın makamına çıkılır ve yol için destek istenir. Başbakan hemşehrileridir ve destek için umutludurlar. Aldıkları cevap hüsrana uğratır. Başbakan özetle ‘‘Ben Kemaliye’nin değil Türkiye’nin Başbakanıyım’’ demiş.

1992 yılında efsane Vali Recep Yazıcıoğlu Erzinca’a vali olunca burayı ilk sıraya almış. O nun da yadımlarıyla tünel epey ilerlemiş ve tünellerden birine adı verilmiş. İlerleyen yıllarda biraz devlet biraz da milletin katkılarıyla, 130 yıllık tünek hasreti 2002 yılında son bulmuş. Tünel 8 km. uzunluğunda, 7mt. Genişliğindeymiş. Bu yol Kemaliye – İstanbul arasının 220 km. kısaltmış. Bu çalışmalar sürensince bir çok kişi dinamit patlamalrından hayatını kaybetmiş. Tünelin içinde bir çok yerde (plan-proje olmadığında) yanlış yerlerden çıkış verilmiş.

Şimdilerde sadece turistik amaçlı kullanılıyor. İçinde herhangi bir aydınlatma yok. Yer yer anlık bayırlar oluyor. Yerler asfalt değil, kazıldığı halde gibi olan taş. Çok düzgün bir yol değil.

Burada biraz dinlendikten sonra motorlara atlayıp bir süre gittikten sonra Malatya / Arapgir’e gelip öğle yemeğimizi yiyoruz. Çok fazla burada takılmadan, depoları fulleyip bir sonraki kamp alanımız olan Nemrut dağına gitmek üzere yolumuza devam ediyoruz.

Yaklaşık 300 km. durmadan gittikten sonra, hava karardığında Kahta’ya geliyoruz. Daha önce bu tarafa gelmediğimizden, yol iz bilmiyoruz. Karanlıkta, biraz da navigasyondan yararlanarak yol devam ediyoruz. Nemrut’a tırmanırken yola sağdan soldan tavşanlar fırlıyor.

Biz Kahta tarafından geldiğimizden bu tarafın yolu çok kötüymüş. Bizde sonradan öğreniyoruz. Çoğu zaman taşların üzerinde gidiyoruz o derece yani. Burada motora ya da bize bir şey olsa hapı yuttuk. Buradan insan geçmiyor. Biraz da tırsa tırsa gidiyoruz. Epey bir tırmanıp zorlu yolları aştıktan sonra yol bitiyor. Elinde feneri olan iki kişi de bağıra çağıra bize doğru koşturunca kalp atışımız saniyede 300’e vuruyor. Biz motorla geri dönemiyoruz, yol bitti ileride gidemiyoruz.

Adamlar yaklaştıklarında silüetlerinde tüfek de görünce “şimdi mıçtık” diyoruz. Adamlar yaklaşınca bunların tarihi alanı koruyan güvenlik görevlileri olduğunu görünce rahatlıyoruz. Onlarda “bu saatte bu manyaklar ne yapıor” diye bize doğru geliyorlarmış. Biz gele gele heykellerin 100 mt. Yakınına kadar gelmişiz. Yol meğer kapalıymış, zaten yolda değil burası.

Güvenlik görevlilerine durumu anlatıp, çadır kuracağımızı söylüyoruz. Onlarda sağolsunlar, sabah erkenden kaldırmamızı karşılığında kabul ettier. Zaten biz de güneşin doğuşunu izlemem için buraya geldiğimiz söyledik. Bize çay ikram ettiler. Çaydan sonra çadırımızı çimenlik bir alana kurup, o yorgunlukla çadırda anında sızıp kaldık.

Gün sonu Raporu ;
Yapılan Km : 660 KM.
Yol durumu : Bozuk Asfalt, 10KM. bozuk stabilize
Canlı Rota

Kemaliye Taşyol (Fırat Nehri)
Taşyol
Fırat Nehri

On Üçüncü Gün
5 Ağustos 2016

Sabah saat 5:30 gibi uyanıp çadırımızı topladık ve vakit kaybetmeden güneşi izlemek üzere seyir tepesine yürüdük. Burası Türkiye’nin güneş doğmasını izleyebileceğimiz en güzel noktalardan biri. İlk saatlerde kimse olmasa da güneşin doğmasına yakın alan kalabalıklaşıyor

Ve güneş yavaş yavaş kendini gösteriyor. Güneşin doğuşunu gördükten sonra Tümülüs etrafındaki heykelleri ziyaret ediyoruz. Buranın hep daha farklı bir yer olduğunu sanırdım.

Zamanla heykellerin başı düştüğünden, kafaları vücudunun önüne koymuşlar. Kum taşından yapılma kabartmalar I. Antiochos’un Herakles, Zeus, Kommagene ve Apollon ile selamlaşmasını sembolize eder. Tanrıların isimleri kabartmaların arkasına yazılmıştır.

Soldan Sağa
İlk Heykel Kartal
İkinci heykel, Latincede ‘şans, uğur, bereket’ anlamına gelen Kommagene-Fortuna. Buradaki heykellerin en uzun olanı.

Üçüncü heykel Zeus-Oromasdes; Tanrılar Tanrısı Kronos’un oğlu, baştanrı ve göklerin hâkimi.

Dördüncü heykel Apollon-Mithras; Anadolu mitolojisinde Zeus’un oğlu olan Işık ve Güneş Tanrısı.

Beşinci heykel ise kuvvet ve kudretin sembolü olan ve Anadolu’da Herkül adıyla anılan Herakles.
Altıncı Heykel Aslan

Hakkında çeşitli söylentiler olan bu dağın en somut hikâyesi ise Kommagene Uygarlığı’na dayanıyor. Dağdaki eserler Kommagene Krallığı’nın kültürel tabiatına dair birçok ipucu veriyor aslında. Bir tür anıt mezarı donatmak için dikilen heykeller dünyanın antik zamanlardaki iki karşıt kutbunu özetler nitelikte. Bir yanda Yunan ve Roma tanrılarını anlatan eserler diğer yandaysa kadim Doğu geleneklerinin iz düşümünü görmek mümkün.

Güneşin doğuşunun ve batışının en iyi izlendiği tepe olarak adı geçen Nemrut Dağı, üzerinde bulunan Nemrut Heykelleri ya da en bilinen adı Nemrut Harabeleri ile dünyanın sekizinci harikası olarak Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyor. İki bin yıldır bu dağın tepesinde bulunan dev heykeller, Adıyaman’da hüküm sürmüş Kommagene Krallığı’nın bize en büyük mirası.

Engebeli yollardan geçerek dağın tepesine ulaştığınızda kuzey, doğu ve batı teraslarından oluşan tepe sizi karşılıyor. Kommagene Kralı I. Antiochos‘un kendisi için yaptırdığı anıt mezar, mezar odasının üzerinde kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar bulunuyor.

Nemrut Dağı gezinizde tümülüs kelimesiyle sıkça karşılaşacaksınız. Tümülüs iç kısmında mezar bulunan tepe anlamına geliyor. Anadolu ve Orta Asya’dan oldukça uzak Meksika’da da bu tarz mezarlara, yani yığma toprakla oluşturulan tepelere rastlanıyor. Anadolu’da tümülüs denince akla sıklıkla Frigyalılar ve Lidyalılar geliyor.

Tümülüsün etrafında gezerken üst üste yığılmış taşlardan oluşan o meşhur dev heykeller, kabartmalar ve yazıtlar karşımıza çıkıyor. Heykelleri, kartpostallardan ya da Adıyaman tanıtım videolarından hemen hatırlayacaksınız ama şimdiden söyleyelim yaratacağı etkiyi uzun zaman unutamayacaksınız. Tepede bulunan aslan heykeli, yeryüzündeki gücü yani krallığı temsil ediyor. Mitolojide tanrıların habercisi olan kartal heykeli ise göksel olanı, yani tanrısal gücü ifade ediyor

2500 yıllık Kommagane imparatorluğunun bir zamanlar burada törenler, ayinler yaptığı bu alanları gezdikten sonra, motorları yükleyip yola düşüyoruz. Hedefimiz Şanlıurfa.

Bizim hesabımıza göre, Nemrut Dağı’na Malatya tarafından çıktıktan sonra, Adıyaman tarafından aşağı inmekti. Tabii ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Tepenin bir tarafından diğer tarafına yol yokmuş. Haritaya baktığımızda her ne kadar yol gözükse de gerçekte yok. Zaten bu tip koruma alanlarının bir km. yakınına yol yasakmış. Bizde kös kös geldiğimiz yolu geri döndük. Siz siz olun Adıyaman/Kahta tarafından dağa çıkın.

Yaklaşık 45 km. gittikten sonra Adıyaman tarafında Cendere Köprüsüne rast geldik. Burayı daha önce tarih kitaplarında görmüştüm ve birden dire karşıma çıkınca sevindim.

Cendere Köprüsü

Adıyaman’da Cendere çayı üzerinde yer alan ve dünyanın hâlen kullanılmakta olan en eski köprülerinden biri olarak anılan tarihi köprüdür.

Adıyaman’a 55 km mesafede, bugün Eskikale olarak bilinen bir antik yerleşim bölgesinde bulunmaktadır. Kahta ve Sincik’i birbirine bağlar. Romalıarın yaptığı 2. en geniş kemerli köprüdür. 120 m uzunluğunda ve 7 m genişliğindedir. Her biri 10 ton ağırlığında 92 kayadan meydana gelir.

Köprünün üsütündeki Latince bir yazıttan anlaşıldığına gore Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211), karısı ve oğulları adına yaptırılmıştır. Orijinalinde 4 korint sütun bulunduğu Kahta tarafındaki ikisinin Septimius Severus ve eşine, Sincik tarafındaki ikisinin ise oğullarına adandığı biliniyor. Ancak oğullardan Geta’ya ait olan sütun, onu öldüren ve kardeşine ait her şeyi yok etmek isteyen Caracalla adlı kardeş tarafından yıktırılmış.

Köprü 1997’de bakımdan geçmiş ve üzerinden 5 ton ağırlığa kadar olan taşıtların geçmesine izin veriliyordu.Yeni köprü yapıldığından araç geçişi tamamen yasaktır. 500 metre doğusuna yeni bir köprü daha yapılmıştır.

Biraz daha gittikten sonra Kahta’da sabah kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra, yeni açılan Nissibi Köprüsünü görelim diye o taraftan gitmeye karar verdik. Neden böyle bir karar verdik bilmiyorum, ama gittik işte 😉

Ocak 2012 de başlayan bu köprü, Mayıs 2015’de hizmete açılmış. Hakkari, Bitlis, Siirt, Şırnak, Batman, Mardin, Van ve Diyarbakır’ı Adıyaman üzerinden Batı’ya bağlıyormuş. Burada durmadan devam ettik.

Köprü çıkışında Emre bana işaret ederek motordan kablo sallandığını gösterdi. Hemen sağda bayır yukarı kenara çektim. Baktım kulaklık kablosu, motardan inmeden düzelteyim derken (daha önce Soğanlı Geçidi yakınında yaptığım küçük kaza nedeni ile göğüs kafesimde ağrı olmasından dolayı) motoru tek ayağımla tutup da kabloyu düzelteyim derken motoru tutamayıp yatırdım. Hemen ayağa kalkıp baktığımda Emre çoktan gitmiş olduğunu gördüm.

Motoru tek kaldırayım dedim, ıhhh olmuyor. Sağda solda da kimse yok. Motor da boşta kaldığından her denememde (bayı olduğundan) daha da aşağı gidiyor. Bir ara ticari taksi geçti, el işareti yaptım durmadı. Yarım saatlik uğraşma sonucu motoru nihayet tek başıma kaldırdım. Zaten motor döne döne bayır aşağı kaldı. Tabii ki o sinirle fotoğraf da çekemedim, şimdilerde sadece gülüyorum. Neyse atladım motora, 5-6 km. gittikten sonra baktım bütün arabalar bekliyor. Meğer yolda patlatma varmış herkes yarım saattir bekliyormuş. Bana durmayan ticari taksinin yanına gidip, “pencereyi aç” hareketi yaptım, adam pencereyi açınca “inşallah sende yolda kalırsında kimse durmaz” dedim. “bak imdi bekliyorsun, ne olurdu iki dakika yardım etsen” diyince utandı. Özür diledi ama iş işten geçti.

Bir 50 km. daha gidip Siverek’e geldik. Orada depoları fulleyip, yola devam ettik. Karadeniz’de yaylarda soğuğa alışmış olan biz, burada resmen buharlaştık. Her petrolde durup, ıce tea, enerji içe içe bir hale gelsek te bir türlü serinleyemedik. Bir 150 km. daha sıcakta sürüp nihayet Şanlıurfa’ya geldik

Motorları Halil’ur Rahman Camii’nin kaldırımına park edip. Balıklı Göl’ü ziyarete geçtik. Burası hep gelmeyi istediğim bir yerdi. Yıllardır o meşhur balıklı göl resmini, şimdi gerçek anlamda görecektim.

Burası Kuran’ı Kerim’de, Enbiya Suresi 69. Ayette de belirtildiği gibi “Biz ateşe dedik ki; Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selametli ol” emri gereğince ateş, serin ve selametli olmuştur. Rivayete göre ateş su, odunlarda balık olmuştur. Hz. İbrahim’in düştüğü bu yerde bu göl oluşur ve etrafı gül bahçesine dönüşür. Göldeki balılar halk tarafından kutsal kabul edilir ve yenilmez. Bu hikayeyi küçükken hep okur ve dinlerdim, şimdi ise bu hikayenin ve mucizenin geçtiği bu yerde çok huzurlandım.

Yine parkın içinde bulunan başka bir göl, bu göller küçük kanallarla birbirine bağlanmış ve park boyunca çoğu yerden bu kanallar geçmekte.

Burada bir süre daha gezdikten sonra, Hz. Eyyüb’ün sabır makamına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Haritaya göre çok yakın olan makama yürüyelim diyoruz. Tanii yine yanılıyoruz, yaklaşık 2-3 km. sıcakta yürüdükten sonra Hz. Eyyüb’ün sabır makamına varıyoruz.

Alıntı Başı


“Cenab-ı Hakk, yöre insanları arasında seçkin bir kulu olan Hz. Eyyüp’ü peygamberlikle görevlendirir. O’nu ve ailesini maddi ve manevi bakımdan çok zenginleştirir. O’na birçok evlat verir, malına, davarlarına bereket girer. Birçok köyü, bu köylerde bereketli toprakları ve sürülerce davarı olur. Böylece bölgenin hatırı sayılır zenginlerinden biri olur. Allah-u Teala, O’nu imtihan için, önce malını ve davarlarını, sonra tüm evlatlarını elinden alır. Varlıklar içerisinden yokluklar içerisine bir hayata sürüklenir. O ise ’Veren Allah, alan Allah’ diyerek, isyana, hüzne girmeden haline şükrederek sabreder. Sarsılmaz bir imanla metanetini kaybetmez, ibadetine devam eder. İhtiyarlık çağında ağır bir hastalığa tutulur. Her tarafı yara bere içinde kalır. “ Alıntıdır..

Çevresindeki uzak, yakın akrabaları bulaşıcı bir hastalığa tutulduğuna kani olup, onu bir bir terk ederler. Böylesi bir durumda, şeytanın musallat olup kalbine vesvese koymak istemesi bu yüce insanı asla sarsmaz. İbadetinden ve zikrinden alıkoyamaz. Vücudunun her tarafı yara bere içerisinde olduğundan vücudunu kurt kaplar. Ne zaman ki kurtlar kalbine sirayet etmeye çalışınca bu aziz peygamber Allah-u Teala’ya sığınarak dua eder. Cenab-ı Hakk, sevgili kulu Hz. Eyyüp’ün duasını kabul eder. Topuğunu yere vurmasını, çıkacak olan su ile yıkanmasını ve bu soğuk suyu içmesini emreyler. Hz. Eyyüp emr-i ilahiyi yerine getirir ve topuğunu yere vurur, mucizevi soğuk bir su fışkırır. Hz. Eyyüp bu serin sudan yıkanıp içerek vücudunun hem içini, hem dışını onunla temizler. Böylece hastalıklardan kurtulur.”

Alıntı Sonu


Burayı da ziyaret ettikten sonra geri sıcakta yürümeyelim diye otobüs ile dönmeye karar veriyoruz. Burada tarih anlatıcısı bir çocuk yanımızdan ayrılmıyor.

Makam kenarında bu çocuklardan onlarcası var, hepsi makinalı tüfek gibi hızlıca buranın tarihini anlatıyor. Çocuk bizim Emre’nin peşinden ayrılmıyor, söylediği şey hep anı “abi anlatayım be, bir anlatsaydım be” Emre ne yapsa da çocuk Emre’nin peşini bırakmıyor. Çocuk da bilmiyor ki Emre macır, zınık koklatmaz Neyse son anda otobüs geliyor da Emre kurtuluyor. Giderken kale yakınlarında inip kaleye çıkıyoruz. Manzara harika

Gezmekten karnımız acıkınca, oranın mehur ciğercisi için Google Amcaya başvuruyoruz. O da bizi taaa şehrin dşında bir yere götürüyor, yürü babam yürü, sıcaktan bunalınca sinirler geriliyor, oraya gitmekten vazgeçiyoruz, bu arada birbirimizi de kaybedince olanlar oluyor. Ben Emre’yi ararken yanlış yöne gidip taaa sanayi ilerine giriyorum. Telefonun şarjı da bitince üzerine mum dikmek kalıyor bana. Neyse sonunda sora sora balıklı göl yakınlarında Bakırcılar Çarşısı içinde Meşhur Ciğerci Aziz’in yerine giriyorum. Burası da Google amcanın tavsiye ettiği bit yerdi ve burnumuzun dibindeymiş meğer.

Ciğerci böyle bir yer, ne kadar salaş olsa da on numara tadı var. Soğanlar masada soyulmamış bütün vaziyette duruyor. Siz soyup kesiyorsunuz.

Burada karnımız doyurup telefonu şarj edip Emre’yi arıyorum oda Balıklı Göl parkında beni bekliyormuş. Beraber çay içiyoruz. Biraz muhabbet edince Emre, artık yorulduğunu ve geri dönmek istediğini söylüyor. Ben de hep bu turu istediğimi ve benim tura devam edeceğimi söylüyorum. Motorların yanına gidip, fazla eşyaları Emre’ye verip, onu Sakarya’ya yolcu ediyorum.

Artık tek başınayım. Hemen bookingten uygun hotel bakıyorum. Bookingte bazen anlık hotel indirimler oluyor, hemen bir tane yakalayıp rezervasyon yaptım. Otele gidip, motoru parkettim, bir gecelik 30 TL ücret ödedim. Eşyaları odaya çıkarıp, duşumu aldıktan sonra tekrar yürüyerek şehir turuna çıktım. Gece Urfa’nın merkez İlçesi Haliliye’de Demokrasi Nöbetine katıldım. Ortam harika, bütün Urfa sanki burada.

Urfa’nın gece havasını da epey soluduktan sonra 23:00 gibi otele dönüp, güzelce klimalı odada serin serin uyku çektim.

Gün sonu Raporu ;
Yapılan Km : 270 KM.
Yol durumu : Asfalt
Rota

Balıklı Göl Parkı
Balıklı Göl
Meşhur Balıklar
Hz.İbrahim’in Ateşe Düştüğü Makam
Hz. Eyyüp Sabır Makamı
Hz. Eyyüp Şifalı Su
Hz. Eyyüp Camii
Urfa Manzarası (Balıklı Göl Üstü)
Ayn Zeliha Gölü
Meşhur Ciğerci Aziz Usta
Urfa Baharat Pazarı
Mevlid-i Halil Mağarası

On Dördüncü Gün
6 Ağustos 2016

Gece güzelce bir uyku çektikten sonra sabah 8 gibi uyanıp, otelde kahvaltımı yaptım. Sonra şehri biraz daha gezmek için şehir turuna çıktım. İlk olarak Halil-ur Rahman Camii’ne gittim. Orada Hz.İbrahim’in doğduğuna inanılan mağarayı dün görmemişiz. Hemen gidip ziyaret ettim.

Bu mağara Mevlid-i Halil Camii avlusu içerisinde yer almaktadır. Hz. İbrahim’in bu mağarada 7 yaşına kadar kaldığı ve mağaradaki şifalı suyun pek çok hastalığa iyi geldiğine inanılmaktadır.

Mevlid “Kutlu Doğum” demektir.  Hz. İbrahim peygamberin bu mağarada doğduğuna inanıldığından mağaraya da Mevlid-i Halil Mağarası adı verilmiş. İnanışa göre; Kahinleri, Nemrut’a dinini ve tahtını yıkacak bir çocuğun haberini verdiklerinde; Nemrut o yıl doğacak olan tüm çocukların öldürülmesini emreder. Bu sırada Hz. İbrahim’in annesi Nuna Hatun bir müddet hamileliğini gizledikten sonra bu mağaraya sığınır ve Hz. İbrahim’i bu mağarada dünyaya getirir. Doğum sonrası her gün gizlice gelerek O’nu emzirir. Yine bazı rivayetlere göre;  Allah’ın emriyle bir ceylanın her gün gelerek mucizevi bir şekilde Hz. İbrahim’i emzirdiği, 15 ay kaldığı mağarada ise 15 yaşındaki bir genç gibi göründüğü söylenmektedir.

Mevlid-i Halil Camii :
Mevcut kaynaklara göre yapı beş büyük evre geçirmiştir. İlk olarak Seleukoslar döneminde alana, bir putperest tapınağı yapılır. Yahudilik döneminde aynı alanda bir havranın varlığından bahsedilir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, M.S.150 yılında, aynı alana Hıristiyanlar Kilisesi adında bir kilise inşa edilir. Bizans döneminde bu alana Urfa Ayasofyası yapılır. Son olarak; Osmanlı döneminde 1523 tarihinde Muhammed Salih Paşa tarafından aynı alana cami inşa edilmiştir.

Dikdörtgen bir plana sahip olan caminin, mağara ile arasındaki duvar üzerine camiye dönüştürülürken küçük bir minare yapılmıştır. Ayrıca caminin güneydoğusuna ve kuzeybatı köşesine de iki minare daha eklenmiştir. Kitabelerine göre cami; Muhammed Mes’ud(1816) ve Mahmut oğlu Mahmut(1852) tarafından onarılmış; cami avlusuna Urfalı Ahmet Bican Paşa(1855) ve Derviş Musa tarafından(1887) odalar eklenmiştir. Yapı, son olarak Urfalı Mutasavvuf Şeyh Müslüm Hafız başkanlığında halkın desteğiyle 1951 yılında restore edilmiştir. Halk tarafından Mevlid-i Halil Mağarasından çıkan suyun zemzemden sonra en şifalı su olduğu kabul edilmektedir.

Öğleye kadar gezdikten sonra, Halfeti’ye gitmek üzere motora biniyorum. Yaklaşık 120 km. sonra nihayet Halfeti’ye geldim. Motorla kısa bir tur attıktan sonra motoru köprünün başına bırakıp, yaya gezmeye başladım.

Kısa Tarihi Bilgi :
M.Ö 855 yılında Asur kralı III. Salmanassar tarafından kurulduğu zaman “Şitamrat” adını taşıyordu. Şehir, tarihi boyunca Hitit, Asur, Med, Pers, Makedon, Selevkos ve Partlar’ın idaresinde kalmıştır. Yunanlar buraya “Urima” adını vermişlerdir. Süryaniler ise “Kal’a Rhomeyta” ve “Hesna d’Romaye” adlarını kullanmışlardır. Güneydoğu Anadolu, Roma İmparatorluğu döneminde Orshoene eyaleti içinde yer almış ve kale bu eyaletteki önemli şehirlerden birisi olmuştur. 2. yüzyılda Bizanslıların eline geçince bu kez “Romaion Koyla” adını almıştır. Şanlıurfa ve çevresi Ömer döneminde fethedilmiş ve daha sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu, Zengi ve Eyyübiler’in hâkimiyetlerinde bulunmasına rağmen Rumkale olarak bilinen yerleşim Müslüman devletlerin toprakları dışında kalmıştır. Urfa Haçlı Kontluğunu kuran Boudovin de Boulogne 1116 yılında Rumkale’yi Ermeni Prensi Gog-Vasil’in elinden aldı. Urfa kontesi Beatrice 1150 yılında Rumkale’ yi, Ermeni Katolikosuna teslim etti. Rumkale, 1260 yılında İlhanlı hükümdarı Hülagu’ nun orduları tarafından ele geçirildi.

1280 yılında Beysari komutasındaki Memluk ordusu tarafından kuşatılmış, sonuç alınamayınca şehirdeki Hıristiyan mahalleleri beş gün süreyle yağmalanmıştır. 1292 yılında bu kez Memluk Sultanı Eşref tarafından ele geçirilen ve son kez Memlükler tarafından tamir edilen şehre “Kal’at-ül Müslimin” adı verildi. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlılara geçen şehir, zamanımızda da kullanılan “Urumgala” ve “Rumkale” adlarını alarak Halep Eyaleti’ne bağlandı.

Osmanlı döneminde hudut şehri özelliğini kaybeden yerleşim stratejik önemini kaybetmiştir. Şehrin nüfusunun 19. yüzyılda 5-l0 haneye kadar düşmesi ve Rumkale’nin harap olmasıyla yerleşim alanı Fırat’ın karşı sahiline nakledilmiş ve bu günkü Halfeti yerleşimi kurulmuştur. 1926 yılına kadar Birecik’e bağlı bir nahiye olan Halfeti, 1954 yılında ilçe haline getirilmiştir

Halfeti ilçesinin yüzde 80″i Birecik Barajı”nın yapımı ve evlerin su altında kalmasıyla birlikte, 15 kilometre uzaklıkta kurulan yeni yerleşim merkezine taşındı. Taş mimarisiyle yapılmış evlerin ve camilerin su altında kaldığı ilçe, aradan geçen süre içerisinde doğal güzelliğiyle dikkat çekiyor.
Fırat Nehri”nin altında kalan taş mimarisiyle “Saklı cennet ve “Kayıp kent” olarak da anılmaya başlamış

Hep Halfeti denince, aklıma minaresi suyun içinden çıkmış olan camii aklıma gelir. Her yerde de o meşhur fotoğraf vardır. O kadar dolaşmama rağmen o manzarayı bir türlü göremedim. Orda gezi teknesi yapan birine sorduğumda o camii’nin burada olmadığını oraya yalnızca tekne ile gidildiğini söyledi. Oraya yol olup olmadığını sorduğumda oraya çok bozuk bir yol olduğunu ve gitmeyi tavsiye etmediğini söyledi. Tabii hemen “Biz endurocuyuz goçuuumm” diyip, motorculuğa pislik sürmedim

Hemen Google amcadan yeri öğreniyorum. Navigasyona Eski Savaşan Köyüne ayarladım. Motora atlayıp 25 km. ilerideki köye doğru sürmeye başladım. İlk 20 km. çok güzel geçti. Son 5 km. aman Allahım dedim. Pokut yolunu aradım yani. Yanımda kimse yok teş başınayım. Motoru yatırdım mı hapı yuttum demek. O tekneciye şimdi hak verdim.

Eski Savaşan Köyünü turizme açmak için yol yapıyorlarmış iş makinaları falan bir noktaya kadar kabaca yolu açmış. Darbe olayı olunca tüm makinaları geri çekmişler. Yol bildiğimiz patates tarlası olmuş.
Motoru zar zor bir yere kadar getirdim, manzarayı görünce bütün yorgunluğum uçtu.

Buradan geçerken siteden tanıdığımız rahmetli Engin Öksüz ile Abdullah Abi’nin burada öldürülmesi aklıma geldi. İnsan kendi memleketini gezerken rahat gezmeli, bir şerefsiz yüzünden iki tane aslan gibi adamın hayatını kaybetmesi gerçekten çok üzücü bir durum. Metruk evlerin yanından geçerken epey bir tırstım. Civarda in cin top oynuyor. En ufak seste hemen etrafı kontrol ediyorum.

Burada bir süre daha dinlendikten sonra artık yola çıkmam gerek dedim. Cafenin sahibine Gaziantep yoluna nasıl çıkacağımı sorduğumda, Yeni Savaşan Köyünden geçip baraj kenarından Gaziantep’ e feribot olduğunu söyledi. Bir 10 km. gittikten sonra nihayet feribot iskelesi gözüktü. İskeleye yanaştım, herkes sanki uzaydan gelmişim gibi bakmaya başladı. Feribot dedikleri de tek araçlık bir şey 😉 Adamlar şoku atlattıktan sonra feribot’a bindim. Hemen sağ olsunlar buz gibi su ikram ettiler.

Yolculuğumun en zevkli ve en çok hoşuma giden noktası bu olmuştu. Bu tur boyunca unutamayacağım ve gezmekten çok keyif aldığım, öyle 2-3 günde gezilemeyecek bir şehir Şanlıurfa. Tarihi, Maneviyatı ve insanlarının sıcak kanlığı ile güzel olan bu şehre ileride daha çok zaman ayırmak üzere ayrıldım.
10 dakikalık bir yolculuk sonunda Gaziantep tarafında, Kasaba denilen bir köye geçtim.

Halfeti Gerdanı
Yavaş Şehir Halfeti
Gözeli Feribot Geçişi

Buradan sonra az bir stabilize yoldan Kasaba’ya geldim. Buradan sonra, fıstık ağaçları manzarası eşliğinde asfalttan yaklaşık 110 km. daha gidip Gaziantep’e geldim. Hemen bookingten uygun hotel arayıp buldum. Motoru otelin otoparkına, bırakıp duş aldıktan sonra şehir turuna başladım.

İlk dikkatimi Ömeriye Camii’si çekti. Bu camiinin Emevi Halifesi Ömer bin Abdulaziz tarafından 1150 yıllarında yapıldığı düşünülüyormuş. İçindeki atmosfer inanılmaz bir huzur verdi bana.,

Karnım acıkınca, tura çıkmadan önce aldığım notlardan buranın en meşhur yemeğinin Küşlemeci Mehmet Usta’da küşleme olduğunu okuyorum. Biraz yürüme sonucunda nihayet buluyorum.

Küşleme koyunun omurgasının iki tarafından uzanan yaklaşık 15 cm uzunluğunda bir et parçası. Sinirsiz olduğu için en yumuşak koyun etidir ve terbiyesiz sadece tuzlanarak mangalda hafif pişirilerek pişirilirmiş

Yemeği yiyene kadar saat 18:15 oluyor, şehir merkezine dönüp, biraz daha dolaştıktan sonra oranın en eski kahvelerinden olan Tahmis Kahvesine gittim.

Tahmis, “kahvenin dövüldüğü yer” anlamına gelmektedir. Eski dönemlerde kahve, cevizden yapılan büyük dibeklerde, karataş ya da aynı ağaçtan imal edilen aletlerle dövülürmüş. Tarihi Tahmis Kahvesi Türkmen Ağası ve Sancak Beyi olan Mustafa Ağa tarafından Tekke’ye (Mevlevihane) gelir getirmesi amacıyla yaptırılmıştır. 1638 yılında yaptırılan Tahmis Kahvesi iki katlı, anılarla dolu bir yapıdır.

Kahve, dükkanlar ve han 1901-1903 tarihleri arasında iki büyük yangın esnasında tamamen yanmıştır. Bu tarihlerde mevlevihanede postnişinlik (mevlevihanenin şeyhi) yapan Feyzullahoğlu Şeyh Mehmet Münip Efendi, kendi cebinden 130 bin kuruş harcayarak Buğday Hanı’nı, Tahmis Kahvesi’ni ve 33 dükkânı yeniden yaptırarak Mevlevihane’ye 1904 yılında vakfetmiştir.

Bir rivayete göre 4. Murat’ın Bağdat Seferi sırasında burada dinlendiği ve kendisine Tahmis Kahvesi’nde kahve ikram edildiği söylentiler arasındadır.

Tahmis Kahvesinde Mutlaka “menengiç kahvesini” deneyin.

Kahvemi içtikten sonra Elmacı Pazarında bulunan Güllüoğullarında kahvenin üzerine baklava söyledim.  Bize buralarda artık ne yediriyorlarsa Antep de yediğim baklava ile alakası yok. Baklavayı da götürdükten sonra meydana geldiğimde Demokrasi Nöbeti olduğunu gördüm.

Buralarda bir süre daha oyalandıktan sonra otele döndüm. Yarın için daha ayrıntılı gezeceğimden hemen uyudum.

Gün sonu Raporu ;
Yapılan Km : 240 KM.
Yol durumu : Asfalt

Ömeriye Camii
Zincirli Bedesten Çarşısı
Tahmis Kahvesi

On Beşinci Gün
7 Ağustos 2016

Sabah erkenden kalkıp, kahvaltı için daha önceden not aldığım katmer yemek için Meşhur Katmerci Zekeriya Usta’nın dükkanını aramak için motoru ve eşyaları otelde bırakıp dışarı çıktım. Merkeze yakın bir arada nihayet buldum. Hemen meşhur katmer siparişini verdim. Zaten hemen orada hazırlıyorlar katmerleri, siz sipariş verince hemen sizin için yapıyorlar. Biraz bekledikten sonra nihayet geliyor. Yanında süt ile servis ediyorlar.

Meşhur Katmerci Zekeriya’da Katmer

Katmeri götürdükten sonra, biraz daha şehir turu için geziyorum. Daha önceden not aldığım tarihi Tahtani Camii’ye gittim.

Kesin yapılış tarihi ve yaptıranı bilinmemekle beraber 1557 tarihli bir belgede kaydı geçmektedir. 1563 yılında Maraş Valisi Osman Paşa tarafından tamir ettirilmiş. 1804 yılında ciddi bir onarım geçirmiştir. Caminin ilk olarak ahşap olarak yapıldığı, bu yüzden Tahtani veya Tahtalı Cami olarak anıldığı söylenirmiş.

Daha sonra tarihi Zeytin Hanı gezdim. 1800 lü yıllarda yapılan bu han, yakın zamanda bir ticarethaneye dönüşmüş. İçinde envai çeşit sabun, yağlar, peynirler, kolonyalar var.

Gezerken bir yapıya rastgeldim. Tarihi bir yer olduğundan hemen dikkatimi çekti. Burası Pişirici Kasteli ve Mescidi, Gaziantep’deki tarihî yapılar içerisinde, günümüze ulaşan kastellerin en eskilerinden birisidir. Kastelin üst örtüsü yol seviyesinde olup, biri kuzeyden, diğeri doğudan olmak üzere, iki merdivenle inilmektedir. Kelime anlamı olarak “suyun taksim edildiği yer” anlamına gelen kastel, türkülere bile konu olmuştur.

Girişte havuz, çimecelik (banyo) ve helâların olduğu alan bulunur. Mescidin tavan kısmı oyma taştan olup, mescidin tam ortasında yüz yıllardır fokur fokur kaynamaktaymış.

Daha sonra hemen yakında bulunan Gaziantep kalesine çıktım. Girişteki rölyefler insanın dikkatni çekiyor. Antep’in kurtuluşunu anlatan bir çok rölyef var.

Bu rölyefin hikayesini okuyunca çok üzüldüm :
Kilis yöresinde Fransız İşgal Kuvvetlerine karşı savaşan Kuvayi Milliye komutanı Şahin Bey ve arkadaşlarına, yiyecek ve erzak götüren 14 çocuğun hikayesidir. Havanın kararmasıyla beraber çoçuklar Dokurcum Değirmenine sığınırlar. Fransız askerleri değirmen civarında yaşları 12 ile 14 arasında ki çocukları bulup kurşuna dizmiş ve süngüleriyle çocukların bedenlerini delik deşik etmiş

Şehitkamil Hikayesi 21 Ocak 1920 Cuma günü, 14 yaşındaki Mehmet Kâmil annesiyle dedesinin evinden geliyorlardı. İkisinin de sırtında hasır örmek için dedesinin evinden aldıkları parçalar vardı.

Fransızlarla harp daha başlamamıştı. Vakit akşamüstüydü. Fransızların fırın olarak kullandığı bir binanın önünden geçerken, Kozanlı tarafından gelen birkaç Fransız askeri birden Mehmet Kâmil’in annesinin önünü kesip peçesini açmak istediler.

Mehmet Kâmil’in annesi bir yandan bağırıyor bir yandan da peçesini açmak isteyen Fransız askerlerine karşı kendisini müdafaa etmeye çalışıyordu. Anasının saldırıya uğradığını gören Kâmil yerden aldığı taşları Fransız askerlerine atıyordu. Tam o sırada ortalığı bir çığlık kapladı. Mehmet Kâmil, Fransız askerlerinin tüfeklerinin süngüsüyle şehit edilmişti. Mehmet Kâmil’in katledilmesiyle Antep müdafaasının ilk şehidi verilmişti

Şehit Kamil ve Şahinbey

Daha sonra kalenin de içini gezdikten sonra, yavaş yavaş otele dönüp motoru aldım ve Hayvanat bahçesine doğru sürdüm. Bir 15 km. sonra hayvanat bahçesine geldim. Burası çok büyük bir yer.

Aşırı sıcaktan çok da fazla gezemedim. Üzerimde motosiklet pantolonu ve bot olduğundan burayı tam anlamıyla gezemedim.

Daha sonra Gaziantep zeugma müzesine doğru yola çıktım. Niyetim efsanevi “Çingene kızı” mozaiğini görmek. Yaklaşık 10 km. sonra müzeye geldim. Müzekartım olduğumdan sıkıntısız girdim içeri.


Hikayeler zeugmaweb.com/zeugma/oyku.htm adresinden alıntıdır…

EUROPA MOZAİĞİ
Europa Suriyeli çok güzel bir kızdı. Öyleki parlak teni göz alıcı bakışı ile dillere destan olmuştu. Eğlenceyi ve gezmeyi çok severdi. Sabahtan akşama kadar tüm vaktini kırlarda deniz kıyısında arkadaşları ile birlikte gezerek geçirirdi. Gene böyle bir gün, deniz kenarındaki bahçelerden birinde arkadaşları ile çiçek toplarken Zeus Europa’yı gördü. Onun güzelliği baş tanrının aklını başından almıştı.

Karısı Hera’nın haberi olmadan güzel Suriyeliye yaklaşabilmek için altın rengi bir boğa şekline girdi ve kızların çiçek topladıkları bahçenin etrafında gezinmeye başladı. Kızlar boğadan korkmak bir yana onu çok sevimli bulmuşlardı, ona yaklaşarak sevmeye başladılar. Güzel Europa ona yaklaştığı anda boğa yere yatarak kızın ayaklarına kapandı. Europa boğanın sırtını okşayarak yavaşça üzerine oturdu.Tam arkadaşlarıda ona katılacakken boğa birden ayaklandı ve ve sırtında Europa ile denize doğru koşmaya başladı. Deniz kenarına vardığında azgın dalgaların hepsi sakinleşmiş durulmuştu. Boğa dalgaları yararak, denizde kumlu bir ovada koşuyormuş gibi hızla oradan uzaklaştı.

Bir süre sonra kıyıya vardıklarında Zeus genç kızı bir çınarın gölgesine bıraktı ve boğa şeklinden sıyrılarak tekrar tanrı şekline döndü ve ona kendisini tanıttı. Horalar aceleyle Zeus ve Europa için bir yatak hazırladılar. Bu birleşmenin yapıldığı yere gölge saldığı için o günden beri çınar ağacı yapraklarını hiç dökmez. Kirid kralı Minos bu birlikteliğin sonucunda doğmuştur.

Europa Mozayiği

OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ
Antik çağlarda Akdeniz haricindeki dünyadaki bütün açık denizlerin tanrısı olan Oceanos , denizdeki dişi unsuru sembolize eden Tethys ile birlikte yaşar. Dünyadaki bütün ırmakların ve nehirlerin Oceanos ve Tethys’ten meydana geldiğine inanılır. Zeugma’dan çıkarılan ve villalardan birinin havuz tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte de Oceanos ve Tethys deniz canlılarıyla çevrelenmiş olarak betimlenmiştir. Mozaikte ayrıca yunuslara binen veya balık tutan Eroslara da rastlanmaktadır.

OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ

AKRATOS
Akratos ve Euphrosyne klineye oturmuş, Akratos geyik başlı içki kabından (Riton) Euphrosyne’nin kadehini doldurmaktadır. Solda iri içki kabı krater yer alır. Euphrosyne sevinç neşe anlamına gelir, göze hoş olanı simgeleyen, parlaklık, ısıltı, güzellik anlamına gelen üç güzellerden biridir. Zeus ile Eurynome’nin kızıdır. Akratos ise kadınlar karşısında aciz erkeği betimleyen bir tanrıdır

Akratos

BEREKET TANRISI DEMETER
Fırat ile ilgili tanrıları batı bitişiğinde kare sığ bir havuz içinde buğday başakları ve çiçeklerle taçlandırılmış, sol omuzu üzerinde bereket boynuzu olan Toprak ve ürün tanrısı olan Demeter büstünün olduğu mozaik yer alır. Burada mozaik ustası önce suyu Fırat Nehir tanrılarının olduğu havuzdan geçirip sonra bolluk ve bereket tanrıçası Demeter’in olduğu havuza ileterek Fırat’ın çevresine sundğu bolluk ve bereketi tasvir edip, ürün ve üretem denklemini kurmuştur. Ayrıca, Demeter büstü sırasıyla sekizgen kuşak, sekizgen dalga kuşağı, doksan derece döndürülerek iç içe geçirilen iki eşkenar dörtgen ve bu dörtgenlerin sekiz köşesi aralarında sekiz balta betimi bulunan bezeklerin merkezindedir. Sekiz sayısının geometrik bezeklerle verildiği bu kompozisyon köşeleri ışkın süren bitkisel bezekli kare içine yerleştirilen dairevi bir kuşakla çevrilir. Bu panodaki sekiz sayısı Demeter’in kızı Persophone ile ilişkili olmalıdır. Çünkü Zeus Persophone’nin yılın üçte ikisini (sekiz ay) yani çiçek açma ve meyve zamanını, annesi Demeter’in geri kalan üçte birini yani kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesi kararlaştırmıştır. Demeter tapımında da (efsanesinde) Persephone’den ayrılmaz. Bu anne kıza “ilk tanrıça” da denir. Bu sebeplerle anne kız Belkıs/ Zeugma mozaiklerinde de birbirinden ayrılmamış olup, burada Persophone sekiz sayısı kuralına göre yerleştirilen geometrik bezeklerle temsil edilmiştir.

BEREKET TANRISI DEMETER

AŞK (EROS) VE RUH (PHYSKE)
Eros annesi Aphrodite gibi dünyaya güzellik ve neşe getirir, insanların gönüllerini aşk ateşi ile yakar, insanların mutluluklarını yada sonlarını hazırlardı. Sırtında bir çift kanadı vardı. Bu kanatlarla uçarak dünyayı dolaşır geçtiği yerlere çiçek kokuları saçardı. Eros’un elinde her zaman okları olurdu. Bu oklarla insanları kalplerinden vurur onları birbirlerine aşık ederdi. Ve bir gün kendiside bir güzele aşık oldu. Psykhe (Ruh) bir kralın üç kızının en güzeli idi. Gerçekten o kadar güzel, o kadar alımlıydı ki görenler onu Aphrodite sanıyorlar ona tapınıyorlardı. Aphrodite bir ölümlü ile karıştırılmaktan hiç hoşlanmamıştı. Bu yüzden bir gün oğlu Eros’u yanına çağırdı ve onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık ederek cezalandırmasını istedi. Eros annesinin isteğini yerine getirmek için hemen yola koyuldu. Psykhe’yi bulduğunda, çok gururlu olan ve kimseye aşık olmamakla övünen bu genç kızı, dünyanın en çirkin, en kötü erkeğine aşık etmeye niyetliydi ancak kalbini nişan alarak oku atmak üzereyken Psykhe’nin güzelliği aklını başından aldı. Onu başkasına aşık etmek isterken kendisi aşık olmuştu. Psykhe’yi alıp sihirli bir saraya götürdü. Bu saray uyuyan bir ormanın ortasında kurulmuş, muhteşem fakat ıssız bir saraydı. Kanatlı güzel delikanlı gece karanlık düştükten sonra kendini göstermeden saraya giriyor ve sevdiği ile buluşuyordu. Sihirli sarayda bir insanın isteyebileceği her şey vardı. Fakat Psykhe’nin tek istediği kendisini deliler gibi seven bu delikanlının yüzünü görmekti. Fakat Eros bunu kabul etmiyordu, gece hep karanlıkta geliyor ve güneş doğmadan da gidiyordu, akşamları sarayda ateş yada mum yakılmasını yasaklamıştı. Psykhe ne kadar yalvrsa da fayda etmedi.”Aşkımızın sırrını kalbinde taşıdığın sürece mutlu olacaksın” dedi Eros “Beni görmeyi aklından bile geçirme, kim olduğumu yada kimin oğlu olduğumu öğrenme, bilmeden tanımadan beni körü körüne sev..senden gizlenen şeyleri öğrenmeye çalışarak mutlu olma fırsatnı elinden kaçırma.”Ve Psykhe de bunu kabul etmiş..Eros’u görmeden kim olduğunu bilmeden körü körüne sevmişti. Birlikte çok mutluydular ancak Psykhe’nin kızkardeşleri onların bu mutluluğunu kıskandılar…Bir gün kardeşlerini ziyarete geldiklerinde ona sevdiği delikanlının dünyanın en çirkin en iğrenç en vahşi görünüşlü adamı olduğunu söylediler. Eğer güzel bir delikenlı olsaydı, sevdiğinden yüzünü gizlemezdi, seni böyle ıssız bir sarayda tutmzdı dediler. Ve ona gece sevdiği gelmeden önce yanan bir lambanın üzerine vazoyu ters çevirip koymasını söylediler. Böylece Eros uyuduktan sonra vazoyu kaldırıp aydınlıkta onun yüzünü görebilecekti.Psykhe merakına engel olamayarak kardeşlerinin dediklerini yaptı. Yanan lambayı bir vazonun altına gizleyerek sevdiğini beklemeye başladı. Eros her şeyden habersiz saraya dönmüş , kendini sevdiği kadının kollarının arasına bırakmıştı. Kısa sürede uykuya daldı. Psykhe , Eros uyuyunca gürültü yapmadan yavaşça yataktan kalktı ve ters çevirdiği vazoyu alarak lambayı eline aldı, yatağa yaklaştığında gördükleri karşısında hayrete düştü. Çirkin ve iğrenç bir erkek görmeyi beklerken genç ve çok yakışıklı bir erkekle karşılaşmıştı. Eros’un yakışıklılığı dünyada ki başka hiç bir erkekle kıyaslanamadı. Yüzü tarif edilemeyecek kadar güzel bu delikalıyı görünce Psykhe’nin ona duyduğu aşk daha da arttı..Sevdiğini alnından öpmek için eğildiğinde, elindeki tabağı düz tutamadığından içinde fitil bulunan lambanın kızgın yağından bir damla Eros’un çıplak omuzuna damladı. Eros duyduğu acıyla sıçrayarak uyandı. Sevgilisinin kendisini dinlemeyip yüzünü görmek için ona oyun oynadığını anlayınca hemen kanatlarını açıp uçarak oradan uzaklaştı. Eros’un gitmesiyle Psykhe için yaptığı büyülü sarayda bozuldu. Psykhe üzüntüden ne yapacağını bilmez olmuştu. Hatası yüzünden dünyada her şeyden çok sevdiği kişiyi kaybetmenin acısıyla yollara düştü.Sevdiğini tekrar bulma ümidiyle tüm dünyayı dolaştı, sayısız yerler gezdi am bir türlü Eros’un izine rastlayamadı. Nihayet dolaşmaktan bitkin bir halde Aphrodite’in sarayının kapısını çaldı. Onun kendisine acıyıp oğlunun yerini söyleyebileceğini düşünmüştü, ancak Aphrodite ona yardım etmek bir yana onu bir köle olarak çalıştırmaya başladı. Zavallı Psykhe sevdiğine ulaşabilmek için buna da razı oldu ve tek kelime dahi etmeden kendisine emredilen her şeyi yaptı. Eros için her türlü acıya katlanmaya razı oldu. Nihayet bir gün Eros’un yanan omzu iyileşti ve kendisine bu kadar yürekten bağlı olan sevgilisinin kaderini değiştirmek için Olympos’a gitti. Zeus’un ayaklarına kapanıp Psykhe’nin kurtarılması ve kendisine eş olarak verilmesi için yalvardı. Zeus onun tüm isteklerini kabul ederek Hermes’e Psykhe’nin Olympos’a getirilmesini emretti.Psykhe, tanrılar katına getirildi ve orada hayatta her şeyden daha çok sevdiği erkekle evlenerek çok mutlu bir hayat sürdü.

AŞK (EROS) VE RUH (PHYSKE)

ÇİNGENE MOZAİĞİ (GAİA)

Zeugma Kazılarının kamuoyunun henüz gündemine girmediği 1992 yılında çıkarılan bu mozaikteki kadın figürü gizemli bakışları ile Zeugma’nın simgesi haline geldi.İlk çıktığı yıllarda kimliği konusunda kesin bir tanımlama yapılamayan bu mozaiğe figüründeki kadın resminin çingene kızlarını andırması nedeniyle çingene adı verildi.Ancak bazı kaynaklar mozaikteki asma figürlerine dikkat çekerek , çingene olarak tasvir edilen kadının yer tanrısı GAİA olduğunu ileri sürmekte. Gaia mitolojide, içinden tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak kabul edilmektedir.Gaia , Hesiodos’un Theogonia’sında büyük bir rol oynamasına karşılık, Homeros’un poemlerinde hiç görülmez. Hesiodos’a göre Gaia, Khaos’tan hemen sonra ikince olarak doğmuş, O’nun hemen ardından da Eros (aşk) gelmiştir.Gaia, hiç bir erkek element yardımı olmaksızın, çevresini saran Gök’u (Ouranos) ve Dağlar’ı, deniz unsurunuun kişileştirilmiş erkek şekli olan Pontos’u doğurdu.Gök’ün doğuşundan sonra , Gaia O’nunla birleşti ve böylece sahip olduğu çocuklar, artık basit elemanter güç olmaktan çıkarak, tam anlamıyla birer tanrı oldular.Önce altı titan: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetus ve Kronos ile altı titanid: Theia, Reia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ve Tehys doğdular.Bunlar dişi tanrısal varlıklardır.Bu kuşağın en genci Kronos’tur. Ardından Kyklopslar geldi:yıldırıma, şimşeğe ve gök gürültüsüne hükmeden tanrısal varlıklardı bunlar.Adları:Arges, Steropes ve Brontes di.Ve nihayet Ouranos’un aşklarından Kottos, Briareus ve Gyges adlı yüz kollu, devasa, şiddet yanlısı varlıklar olan Hekatogkheir’ler doğdu.

Bunu ben devasa bir şey sanıyordum, 25X40 cm. kadar bir şeydi

ÇİNGENE MOZAİĞİ (GAİA)

“KAHVALTI SOFRASINDAKİLER”

Bu mozaik Fransız Arkeolog Catherine Abadie-Reynal yönetimindeki Fransız ekip tarafından 6 numaralı açmadaki villada ortaya çıkarıldı.Mozaik zengin bir biçimde dekore edilmiş bir evin muhtemelen triclinium yani yemek odasında bulundu. Çok yüksek kalitede olan bu parça mükemmele yakın bir derecede korunmuş vaziyette. Mozaik üç ana öğeden oluşuyor. Ana panoyu üç taraftan saran geometrik bordür yemek yiyenlerin oturdukları kanepelerin orijinal yerlerini gösteriyor. Çerçevede (aslan, panter vb.) vahşi hayvanlarla savaşan Eros’lar ayrıntılı ve canlı bir şekilde resmedilmiş; öte yandan çelenkli erkek ve kadın başları köşelerden ve eksenden gözlerini dikmiş onlara bakıyor. Son olarak, (1,75m x 1,50m) ebadındaki ortadaki çarpıcı pano güzel dokunmuş bir şeritle çerçevelenmiş ve batı tarafındaki kanepelere oturup yemek yiyenlerin karşısına gelecek şekilde yerleştirilmiş. Mozaiğin teması yemeğe gelen misafirler için bir ‘sohbet konusu’ görevi görmüş olmalı.
Resimde mimari bir arka plan önünde 3 kadın ve 2 genç kız görülüyor. Kadınlardan ikisi mavi-yeşil kumaşlı bir kanepeye oturmuş; sohbet eder gibi birbirlerine dönmüşler. Önlerinde üzerinde metal bir kase olan yuvarlak, üç ayaklı bir masa var. Onlardan az ötede, masanın sağ tarafında yer alan üçüncü kadın, solium >adı verilen ve arkası içbükey, yüksekçe bir koltukta oturuyor. Bir tülle örtülmüş beyaz saçları oturan diğer iki kadından daha yaşlı olduğunu gösteriyor. Genç kızlardan biri ona bir kase uzatırken diğeri resmin sol tarafındaki kanepenin arkasında duruyor.

Resmin üstündeki yazı
Kadınların üzerinde tek bir sözcük olarak okunması gereken bir yazı görülüyor; Synaristosai, (ΣΥΝΑΡΙΣTΩΣΑΣ) yani ‘Kahvaltı Sofrasındakiler’.
Bu sözcük M.Ö. 4. yüzyılda Menander tarafından yazılan bir Yunan komedyasının adına göndermede bulunuyor. Mozaikler arasında muhtemel iki fark hemen göze çarpıyor. Birincisi Napoli’deki Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde saklanan, çok zarif teseraları olan ufak bir pano olup Pompeii’de Cicero’ya ait olduğu varsayılan bir villada ortaya çıkarılmış. ‘Büyücüler’ adıyla biliniyor.
Daha sonra ve daha kaba bir tarzla yapılan ikincisi ise Yunanistan’a bağlı Lesbos Adasında, Menander’in evi olarak bilinen evde bulunan bir grup mozaiğe ait. Lesbos’taki evde bulunan panolar üstündeki yazılar Napoli’deki mozaik ile ilgili ilk yorumun değiştirilmesine yol açtı. Komedyanın başlığından ayrı olarak (ki bu iyelik eki almış bir sözcük olmasına karşın Zeugma’da bulunan ismin –i halindeydi) Lesbos mozaiğinde üç kadın karakterin isimleri yer almaktadır: ΦІΛΑΙΝΙΣ (Philainis), ΠΛΑΓΜΑΓΩΝ (Plagnaigon) ve ΠΥΕΙΑΣ (Pyeias).

Karşılaştırma – Lesbos ve Pompeii
Bu üç mozaiğin ana sahneleri birbirine çok benziyor. Hepsinde de üç kadın yuvarlak bir masa önünde oturmuş. Kaseler yemek temasını akla getiriyor. Hatta yaşlı kadının karakteriyle bağlantılı olan solium’un ayrıntıları, Menander mozaiğinin ortaya çıkarıldığı evde mevcut. Buna karşın belirtilmesi gereken bir fark var; Zeugma’da bulunan panoda iki genç uşak yer alırken diğerlerinde gene uşak olması muhtemel bir çocuk yer alıyor. Ya mozaik tasarımcıları komedyanın farklı versiyonlarından yararlandılar ya da daha küçük olan panolarda yer darlığı sorunu vardı. Menander’in evindeki ve Pompeii’deki evde olduğu gibi, üç kadın tiyatro maskesi takmış. Buna karşın, bu maskeler yüz şeklini kabalaştırmıyor; tam tersine, yüzdeki ayrıntılar son derece abartılı olup mozaik tasarımcısı, her kadının maskesi ve tuniği için aynı renk yelpazesini kullanmış. Bütün bu öğeler resme, Menander’in evinde ve Pompeii’deki evdeki panolarda yer alan kadınların çarpıtılmış yüz ifadelerinde olmayan bir doğallık ve asalet hissi veriyor. 2 genç kız maske takmıyorsa bunun sebebi hiç şüphesiz dilsizlerin Yunan komedyalarında maske kullanmamalarıdır. Menander’ın komedyaları Anadolu’daki klasik ikonografinin çok popüler bir teması olup Fırat’ta bir freske ilham kaynağı olmuştur.

‘Yapan Zosimos’
Ana panelin altında yer alan ikinci bir yazıdan mozaiğin yaratıcısının ismini öğreniyoruz: ΖΩΣΙΜΟΣ ΕΠΟΙΕΙ yani ‘Yapan Zosimos’. Aynı sanatçı, Zeugma’daki başka bir evde bulunan Afrodit mozaiğinin üstüne de ismini yazmıştı. Daha kapsamlı araştırmalar sonunda resim tarzlarını karşılaştırma ve daha ayrıntılı yorum yapma imkanımız olacak.Kaynak:Aurélia Masson (Arkeolog-PHI)

KAHVALTI SOFRASINDAKİLER

Burası gerçekten çok büyüleyici bir yer, inansın çıkası gelmiyor. Eserlerin binlerce yıl önce yapıldığını öğrenince insan biraz da hayatı sorguluyor. 

Gaziantep’e gelirseniz buraya uğramadan geçmeyin. Burada epey zaman geçirdikten sonra, Kahramanmaraş’a doğru sürdüm. Yolda acıkınca meşhur Antep lahmacununun tadına baktım ve benden geçer not aldı 😉

Antep ile Maraş arası yakın sadece 80 Km. falan. O yüzden çabucak Gaziantep’e geldim.

Hemen booking.com dan otel baktım. Yine anlık indirimden olan şehir merkezindeki bir otele yerleştim. Motoru da otelin parkına koydum. Üzerimi değiştirip şehir merkezin, turladım.

İlk dikkatimi çeken, ilgin minaresi ile bu Arasa Camii oldu. Bu bölgedeki camiiler içi genelde taştan yapılmış.

Kıbrıs Meydanı’nda yer alan Arasa Camii, Timur Paşa tarafından 1701 yılında yapılmış. Ancak günümüze bu camiden sadece minaresi ve kuzeydeki ön duvarı ulaşabilmiş. Bir dönem askerî depo olarak kullanılan caminin yerine, 1985 yılında tek minareli betonarme bir cami yapılmış ama eski minare ve kuzey duvarına dokunulmamış. Caminin özgün minaresinin bir özelliği var. Şerefe kapısı diğer minarelerde olduğu gibi güneye değil doğuya bakıyor. Yani kıbleyi göstermiyor.

Kaleden Şehir Görünümü

Epey gezdikten sonra karnım acıkınca buranın kelle paça çorbasının meşhur olduğunu okudum. Zaten okumama da gerek yokmuş her yerde kelle paçacı var. Bende hemen gidip tadına baktım. Çok fazla kelle paça yemesem de benden geçer not aldı. Kahramanmaraş’a gelmişiz bunun üzerine dondurma yemeden olmaz. Hemen Trabzon caddesinde bulunan meşhur Yaşar Pastanesine gittim.

Hayatımda yediğim en güzel dondurmaydı bu. Her şeyi yerinde yiyeceksin dedim kendi kendime Bu gezim biraz TV programlarındaki yemek peşinde koşanlar gibi oldu ama olsun 😉 Akşam saat 21.30 gibi otele dönüp, gözümü Gaziantep’te açıp, Kahramanmaraş’ta kapayıverdim.. 

On Altıncı Gün
8 Ağustos 2016

Sabah saat 8:00 gibi otelden çıkarak dışarıda kahvaltımı yaptım, yakındaki bakıcılar çarşısına uğradım. Daha sonra otelden motoru alıp çıktım yola. Yaklaşık 120 km. sürdükten sonra Osmaniye’ye geldim. Burada öğle yemeği için durdum. Buranın Parmak Kebabı meşhurmuş, hemen yol kenarında Uğrak Lokantasında siparişimi verdim, ismi her ne kadar değişikse de gayet lezzetliydi. 

Yemekten sonra çay ba”hçesine gidip çay söyledim. “Abi kaçak mı, normal mi” diye sorunca çok şaşırdım. Burda böyleymiş herhalde diyip, kaçak çay deneyim dedim.

Burada çok oyalanmadan düştüm yola, hava aşırı sıcak olduğundan iyice piştim, her gördüğüm büfede durup soğuk bir şeyler içiyorum. Adana’ya yaklaştığımda buradaki meşhur misis ayranını denedim, her ne kadar camız yoğurdu deseler de bana inek yoğurdu gibi geldi.

Saat 14:00 gibi Adana’ya vardım. Adana’da hiç durmadan yola devam ettim.

Niğde Bor tarafına geldiğimde tabelalarda Tyana diye tarihi bir tabela gösteriyordu, merak edip o yola saptım, bir 15-20 km. gittikten sonra ören yerine geldim. Buraya ören yeri demek de doğru olma herhalde. Bir mahallenin dibi, hemen anayolun kenarında bir su kemeri, Wikipedia’den hemen tarihine baktığımda buranın Roma İmparatoru Trajen ve Hadriyan tarafından yapıldığını okudum. Burası Roma Havuzuna su taşıyan kemerlermiş.

Aksaray’da yol kenarında bir müddet oturup çay içtim. Dinlenirken ne yapayım diye düşünürken Tuz Gölü’nün yakın olduğunu görünce buraya gitmeliyim dedim. Aslında buralara hiç rota yada görülecek yerler çalışması yapmamıştım. Atladım motora çıktık yola.

Haritadan baktığımda Tuz Gölüne en fazla 35-40 km. gözüküyordu. Çıktım yola, Tuz Gölünün yakınlarına geldim ama, Göle yol yok, bir de diğer şeritteyim, göl girişi göremedim. Şurdadırburdadır diye diye taaa Şereflikoçhisar’a kadar geldim. Bu da 100 km.ye tekabül ediyor. Nihayet yol kenarında bir patika gördüm. Girdikten sonra bir nokradan sonra patika yerini mısır tarlasına bıraktı. Allahtan mısırlar hasat edilmiş, zar zor kendimi attım Tuz Gölüne.

Tuz Gölü

Kenarların zemini yumuşak olsa da iç taraflar sert zemin, hafif sulu ama zemin güzeldi. Burada bir aşağı bir yukarı epey dolaştım. Güneşin artık batmasıyla Aksaray!a dönmeye karar verdim. Bu sefer göl kenarından sürdüğümden göle birkaç giriş noktası olduğunu gördüm. Güneşin batmasını izlemek için yol kenarında durdum.

Aksaray’a geldiğimde, bir petrolde motoru bol su ile yıkayıp, şehir merkezine geçtim. Burada cafede oturup çayımı içerken, booking den uygun bir hotel bulup yerleştim. Kahramanmaraş’tan Aksaray’a yaptığım 650 km.lik yolculuk sonucu hemen yatıp uyudum..

On Yedinci Gün
9 Ağustos 2016

Sabah yine erkenden kalkıp, kaldığım motelden ayrıldım. Yaklaşık 60 km. sürdükten sonra, yol kenarlarındaki tanıtıcı reklamlardan burada dünyanın en büyük kervansarayı olduğunu yazıyordu. Merak edip, Sultanhanı beldesinde bulunan kervansaraya geldim. Dedikleri gibi muhteşem bir yapı.

Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan eser 1229 yılında tamamlanmıştır. Mimarı Şamlı Muhammed bin Havlan’dır. 4800 m² alana yayılan alanı ile Anadolu’daki en büyük Selçuklu kervansarayıdır. Klasik Selçuklu kervansaray şemasının örneklerindendir

Sultanhanı Kervansarayı

1278 de II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından genişletilmiştir. Dıştan yazlık ve kışlık bölümlerinin boyu 116,90 m.’dir. Yazlık kısmının eni ise 49.35 m. Boyu 61.75 m.dir. Kışlık kısmının eni ise 32,90 m. Boyu 55,15 m.’dır. Yazlık ve kışlık kısmının toplamı 4866 m²’y bulmaktadır.

Yazlık kısmının geometrik şekillerle süslenmiş muhteşem bir Ana kapısı vardır. Han içinde bulunan tüm yapı özellikleri itibariyle Sivas’taki Gök Medrese’ye benzemektedir. Sivri kemerin hemen altında “Elminnetül Lillah” yani “Kudret Allah’ındır” duası yazılıdır.

Kervansarayın ilk kitabesinde mukarnaslı dış kapı nişini çeviren süs kemerinin iki tarafında altıgen madalyonlar içinde sağda ve solda yer almaktadır. Uzun bir dehlizden geçtikten sonra avluya varılır. Burada arabalara mahsus revak şeklinde yerler, sol tarafında ise kemerli ve yolculara mahsus odalar, salonlar, iki hamam ve ambarlar vardır.

Avlunun ortasında Sasani ateşgedelerinde olduğu gibi dört kemer üzerine dayanmış bir mescit bulunmaktadır. Bu mescit Selçuklu süsleme sanatını en güzel örneğini sergilemektedir. Yazlık kısmın sonunda, batı duvarında tezyinat bakımından giriş kapısından geri kalmayan bir kapı vardır. Bununda dış Ana kapıda olduğu gibi sağında solunda birer niş bulunmaktadır. Kitabe kemer ve nişlerin üzerindedir.

Basık kemerli bir kapıdan girilince kışlık kısma geçilir. Üstü tonozla örtülü bu kısımı kare kasetli dört kısa, sekizer ayak dizisi, beş sahana ayırmaktadır. Ortadaki sahan diğerlerinden daha büyük ve geniştir. Tam ortadaki yerin yukarısı pandantiflerle sekiz kenarlı kasnağa oturan bir kubbe ile örtülmüştür. İçeriyi kubbe feneri ile duvarının sağına ve soluna dörder, dipteki duvarda ise, üç olmak üzere yukarılara açılmış mazgal biçiminde iki pencere aydınlatmaktadır. Bunlardan başka ışık ve hava alacak yeri yoktur.

Çok sağlam durumda iç kapı, daha kuvvetli rölyefler halinde geometrik yıldız geçmeler ve rozetlerle işlenmiştir. Karatay Han’ın iç kapısı bunu örnek alarak aynen tekrarlanmıştır. Bu iki kapının Alaaddin Keykubat zamanında, hol kısımlarıyla birlikte tamamlandığına bir işarettir. Mukarnaslı tromplar üzerine oturan kubbe, süslemeleriyle holdeki sade taş minareyi canlandırır. Kubbenin külahı yıkılmıştır.

Burayı gezip hakkında bilgi aldıktan sonra, burada kahvaltımı yapıp Konya’ya doğru devam ettim. Yaklaşık 120 km. dümdüz, sağlı sollu güneş paneli tarlaları! Eşliğinde sürerek Konya’ya geldim.

Hemen motosikleti Mevlana Müzesi önündeki büyük alana park edip, üzerimi de hafif elbise giydim. Hemen müzeye geçtim, benim gittiğimde mi yoksa her zaman mı ücretsizdi bilmiyorum kart göstermeden girdim içeri.

Mevlana Camii
Mesnevi
Mevlana Sandukası
Çelebi Odası
Sema Talim ve Çivisi
Türbe Tavanı

Saka Postu makamı :
Yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110×258 cm ebatlarında bir seki vardır Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır sonra “yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi İçin”, üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu. Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu’nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı. Bu adaya “Nev-niyâz” (Aday adayı) denilirdi

Saka Postu Makamı
Tılsımlı Gömlek
Aziziye Camii

Burayı güzelce gezdikten sonra yürüyerek diğer tarihi mekanları gezeyim dedim.  Karatay Medresesi, II. İzzeddin Keykavus devrinde, Emir Celaleddin Karatay tarafından, 1251 yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Osmanlı devrinde de kullanılan medrese 19. yüzyılın sonlarında terk edilmişti. Şimdilerde müze amaçlı kullanılıyor :

Medrese, Selçuklular devrinde hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere “Kapalı Medrese” tipinde Sille taşından inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Giriş doğudan gök ve beyaz mermerden yapılmış kapı ile sağlanmaktadır. Kapı Selçuklu devri taş işçiliğinin şaheser bir örneğidir. Yazı ve desenlerle süslenmiştir. Kapının üzerinde medresenin yapımı ile ilgili kitabeler yer almaktadır. Kapının diğer yüzeylerine seçme ayet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir.

Karatay Medresesi

Kapıdan, evvelce kubbe ile örtülü (şimdi üzeri açık) bir avluya, buradan da bir kapı ile medreseye girilir. Medrese salonunun üzeri, merkezinde fener bulunan ve mozaik çinilerle kaplı kubbe ile örtülüdür. Kubbe kasnağında, duvarların üst kısımlarındaki bordürlerde ve hücre kapıları üzerindeki panoda ayetler yazılıdır. Binanın batı yönünde bulunan beşik tonozlu eyvanın kemerinde besmele ve Ayet-el Kürsi yer almaktadır. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenlerde ise Muhammed, İsa, Musa ve Davud peygamberlerin isimleri ile dört halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali) isimlerine yer verilmiştir. Eyvanın solundaki kubbeli hücre Celaleddin Karatay’ın türbesidir.

Ak Camii

Burada karnım acıkınca buranın meşhur yemeği Fırın Kebabı yemek için yine Meşhur Ali Baba Fırın Kebabı dükkanına gidiyorum. Burası Ana caddenin arka sokağında küçük mütevazı bir dükkan, ama kalitesi parmak ısırtır. :

Siparişim geldiğimde çatal, bıçak arıyorum ama yok. Sorduğumda “abi bunlar elle yenir diyorlar” Hayatımda yediğim en güzel et desem yalan olmaz herhalde. Ben böyle bir et görmedim. Sadece bunun için Konya’ya gidilir o derece yani

Meşhur Ali Baba

Yemekten sonra yine şehir turuna devam ettim. Önce Alaattin tepesinde bulunan Alaattin Camii’ne gittim ama burası restorasyonda olduğundan içeri giremedim. Selçuklu sultanlarından burada yatanları olanlarında olduğunu öğrendim ama maalesef içeri giremedim.

Buralarda dolaştıktan sonra Yakınlarda Antik bir şehir olduğunu öğreniyorum. Selçuklıu Belediyesine bağlı bu mahalle Sille. Arkeolojik verilere göre bölgede yerleşimin tarihi Neolitik Çağ’a kadar uzanmaktadır. Yerleşimin isminin kökeni konusunda çeşitli açıklamalar vardır. İlki Yunan mitolojisindeki Silen (Silene)’ den geldiğidir. Yine ‘Silenos’, kaynayıp, coşarak köpürüp akan su, kelimesinden türediği de kabul gören bir açıklamadır.

Roma ve Bizans döneminde, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkez olmuştur. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarindan biri olan Ak Manastır (“Hagios Khariton Manastırı”, “Deyr-i Eflâtun”) burada olup yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir. Ak Manastır Konya’da yaşayan Mevlevi dervişlerince de ziyaret edilmiş ve bahçesinde küçük bir de mescit yaptırılmıştır. Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı yerleşimdir

Sille Genel Görünümü

Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Osmanlı kaynaklarında Sudirhemi nahiyesine bağlı Sille karyesi ve sonrasında nahiye merkezi oldu. 1907 tarihli kyıtlarae göre Silleʹnin 13 mahallesinde Müslüman ve Gayrimüslümler birlikte yaşarken, Karataş ve Ak mahallede yalnız Müslüman, Kilise‐i Kebir mahallesinde ise yalnızca Hıristiyan topluluk yaşamaktaydı. Cumhuriyet öncesinde nüfusu 18.000’e ulaşmıştır. Yerleşimde 1924 nüfus mübadelesine kadar Hristiyan çoğunluk oturmaktaydı. Macar gezgin Bela Horvarth 1913 yılında Anadolu’ya yaptığı gezisinde tuttuğu notlarda o yıllarda Sille’de 60 adet kilisenin ayakta olduğunu yazmıştır.

Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise, Osmanlı mezar taşları ve günümüze kadar gelebilmiş Aya Elena kilisesi ziyaret edilebilir. Kilise, ilk Hıristiyan Bizans imparatoru Konstantin’in annesi Helena tarafından Michael Archangelos adına M.S 372’de inşa ettirilmiştir.

Sille Sokaklarında Güzel Bir Bisiklet
Sille Mağaraları
Tarihi Sille Evleri
Aya İrini Kilisesi
Karataş Camii
Sille Zaman Müzesi
Grek Tiyatrosu

Sille’nin her yerine yürüyerek gidebiliyorsunuz, tepede eski bir şapel olan yeri Zaman Müzesine çevirmişler.

Tepedeki bir camii dikkatimi çekiyor ve oraya yürüyorum. Camii ismini bir zamanlar kalabalık bir Müslüman Mahallesi olan Karataş Mahallesi’nden almaktadır. Çevresinde oturan insan kalmadığından şimdilerde kapalı olan bu camii, bir zamanlar içini dolduran kalabalık bir Müslüman cemaatin varlığının ayakta duran son şahididir. Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber vaaz kürsüsü arkasında bulunan H.1295/M.1878 tarihi bu yapının daha önceye tarihlenmesine sebep olmaktadır.

Moloz taştan inşa edilmiş olan eserin harimi üç sahınlıdır. Sahınları oluşturan ayaklar Bursa kemerleri ile birbirine bağlanmıştır. Camii avlusunun doğu bölümü zeminin yükseltilmesi ve mihrap eklenmesi ile bir yazlık mescit haline getirilmiştir. Sille’deki diğer camiler gibi iç kısmı zengin ahşap süslemelidir. Her iki mihrabı, minberi ve vaaz kürsüsü ahşaptan yapılmış olan eserde ahşap kesim tekniğinde yapılmış çok kaliteli bitkisel süslemeler görülebilmektedir.

Tarihi Sille Evleri

Yapıyı özel yapan diğer bir unsur ise içinde bulunan el sanatı eserleridir. Mumlar, avizeler, askılı gaz lambaları, orijinal Sille el dokuması halılar ve üzerinde bağış yapanın Osmanlıca künyesi bulunan kandiller bu eserlerden sadece birkaçıdır. Selçuklu Belediyesi tarafından 2010 yılında restore edilen eser, bugün sadece Ramazan aylarında teravih namazı için açılmaktadır.

Sillenin en güzel tarafı köyün tam ortasından küçük bir dere geçmesi. Bu derenin varlığı tarihi güzelliği olan bu 5000 yıllık köye ayrı bir güzellik katıyor.

Burayı gezdikten sonra Konya Merkez’e dönüp yine booking.com dan uygun bir otel bulup otele yerleştim. Akşam için dışarı çıktığımda Mevlana Meydanında yine Demokrasi Nöbeti varmış, gidip biraz oralarda oyalandım.

Gece acıkınca meşhur Etli Pide denedim :

On Sekizinci Gün
10 Ağustos 2016

Sabaha erkenden kalkıp, dün gitmeyi unuttuğum İslam alimi Şems-i Tebrizi’nin türbesine gittim. Kaldığım otelin yakınında olduğundan motosikleti otelin garajında bırakıp yürüdüm.

tam adıyla Şemsüddîn Muhammed bin Alî bin Melikdâd Tebrîzî (1185-1248), İranlı Azerbaycan Türkü, İslam alimi ve mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan “Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî” adındaki nazım eser sayesinde tanınan çok kuvvetli bir din âlimidir.

Şems-i Tebrizi Türbesi

Buraları gezdikten sonra, yolcu yolunda gerek diyip, arkamda güzel hatıralar bırakıp 110 km. daha sürerek Ilgın’a bağlı Argıthanı beldesine geldim. Burada çok sevdiğim bir abimin ailesini ziyaret ettim.

Burada biraz dinlenip, çay sohbet derken, gidecek yolum olduğundan müsaadelerini isteyip buradan ayrıldım. Yine 20-25 km. sürdükten sonra Akşehir’e geldim, burada hemen Nasrettin Hoca’nın türbesine geçtim.

Akşehir dünyanın merkezi (İnanmayan ölçsün)

Güldürürken düşündüren, Türk halkının çocukluğunda hafızalara yer etmiş, verdiği dersler ile aklımıza dürüst olmayı, yalan söylememeyi, hakkın olanı almamayı komik bir şekilde anlatan hocamıza Allah’tan rahmet dilerim. Artık bu fıkraların yerini TV lerdeki saçma sapan çizgi filmelre bırakması çok üzücü..

Nasrettin Hoca Türbesi

Burada dinlendikten sonra yoluma devam ettim. Yaklaşık 120 km. daha gittikten sonra karşıma bir göl çıktı. Bu yoldan ilk defa geçtiğimden nereye geldim nereye geldim diye düşünürken meğer Eğirdir Gölüymüş. Tam akşam güneş batmak üzere olduğundan manzara harikaydı.

Gölün kenarından Eğirdir’i geçip Isparta’ya geçtim. Burada Trexes Çantaları imalatçısı, forumdan da tanıdığımız Kadir Büyükünsal’ın yanına gittim. Sağ olsun epey ilgilendi, çay kahve muhabbetten sonra çadır kurmak için yer sorduğumda, en güzel yerin Eğirdir Gölü kenarı olduğunu söyledi. Hava hafif yağmurluydu yine döndüm geri. 15 km. gittikten sonra nihayet gölün kenarına geldim. Hemen gölün kenarına çadırımı kurdum.

Manzara olarak harika bir yer, burası aynı zamanda piknik alanı, her yer yeşillik, her yerde hoteller ve resteurantlar var. Ben sakin bir yere çadırımı kurdum, akşam semaverimi yaktım, göle karşı bir demlik çayı tek başına bitirdim.

Gündüz epey kalabalık olan bu yer, gece olunca benden başka kimse kalmadı, çayımı içtikten sonra vaktin de geç olasından ve yaptığım 350 km.lik yolculuk sonucu güzelce uykuya dalarak, günü sonlandırdım. 

Eğirdir Gölü Kamp Yeri

On Dokuzuncu Gün
11 Ağustos 2016

Kahvaltımı göl kenarında bulunan büfelerde yaptıktan sonra Isparta Merkez’e geçtim. Burada kısa bir şehir turu attım. Isparta’da çok fazla da bir şey göremedim. Google Amca’yı açıp baktım orda da pek bir şey yok, sadece dikkatimi Yazılı Kanyonu çekti. Baktım yakın gibi gözüküyor, atladım motora çıktım yola.

Git git git bir türlü varamadım kanyona birkaç kez de yolu kaçırdım. Dağların zirvesine çıktım nererdeyse. Benim bildiğim kanyon düzlükte olur, burası meğer dağın tepesinde bir yermiş. Uzun uğraşalar sonucu nihayet geldim. Girişe bir eleman koymuşlar, durdum gişede. Baktım giriş için 9 TL para istiyorlar. Biraz kavga sonucu para vermeden girdim içeri. Burası gerçekten vaha gibi bir yer, bir daha bu tarafa gelirsem burada kamp atıcam.

Yazılı Kanyon

Hristiyanlığı yaymak için yollara düşen azizlerden olan Aziz Paul’un yolculuğunun belirli bölümünü gerçekleştirdiği bu rota, Antalya Perge’den başlayıp Isparta Yalvaç’ta son bulan 500 km.lik Meşhur St.Paul yolu da buradan geçiyor.

Burada da biraz vakit geçirdikten sonra Burdur’a gitmek üzere yola çıktım. Yaklaşık 110 km. sonunda Burdur Merkez’e geldim. Şehir merkezinde çok gezecek bir yer yok, zaten ufacık bir şehir, gittiğim şehirlerde topladığım magneti bile bulamadım.

Google Amcaya sordum o da bir şey bulamadı, sadece bulduğu şey buranın şişinin meşhur olduğuydu. Peki kim güzel yapar diye sorduğumda Şişçi Hasan dedi. Hemen yol tarifi alıp, gittim. Burası Burdur Sanayii Sitesinde küçük bir dükkan, ama içerisi full dolu, çoğu da buraya gelen yabancılar.

Meşhur Şişçi Hasan

Bu gezim Anadolu’da şehir şehir gezen lezzet avcıları gibi oldu ama yapacak bir şey yok. Bunun da tadına baktıktan sonra, burada yapacak çok da şey olmadığından, hep Facebook gruplarından görüp te imrendiğim Salda Gölüne gitmek üzere yola çıktım. Yaklaşık 60 km. sürdükten sonra Yeşilova’ya bağlı Salda ya geldim. Motoru göl kenarına kadar götürdüm.

Buranın özelliği, zeminin ay yüzeyi ile aynı olmasıymış. Kumlar bembeyaz ve sıcakta ayakları yakmıyormuş. Burası Yeşilova Belediyesi Halk Plajı olduğundan giriş ücretsiz.  Güneşde batmak üzere olduğundan manzara harika. Hemen motorun dibine, gölün de kenarına çadırımı kurdum. Akşam serinliğinde göle girip bir müddet yüzdüm. Çıkınca hemen bir ateş yakıp, çayımı demledim.

Çayımı içip, dalgaların sesiyle çadırıma girip, 300 km. yol yorgunluğu üzerine yatıp uyudum.

Salda Gölü Manzaralı Çadırım

Yirminci Gün
11 Ağustos 2016

Sabah kalkınca hemen göle girip kendime geldim. Motorumu toplayıp yavaş yavaş çıktım yola, niyetim en kısa yoldan Sakarya’ya dönmekti, ama boşver dedim yolu uzatayım bari deyip Denizliye doğru sürdüm. Yaklaşık 90 Km. sonra Denizli’ye geldim.

Motoru merkezde bir yere park edip, orda bir büfede kahvaltı yaptım. Denizlide çok büyük bir yer değilmiş, çok gezilecek yeri yok gibi geldi bana. Kahvaltıdan sonra Pamukkaleye gitmek üzere yola çıktım.

15 km. gittikten sonra Pamukkale’ye geldim. Motoru hemen girişi oraya parkedip, müzekartımla girdim içeri.  Burası bana biraz hayal kırıklığı mı desem, yoksa yüksek beklenti mi desem bilemedim çok basit bir yer gibi geldi. Ben traverterleri hep havuz havuz yerler sanıyordum, havuzlar vardı fakat içlerinde su yoktu. İnsanların girmesi için küçük bir alan bırakmışlar sadece

Pamukkale Travertenleri

Ama buranın antik bir kent olduğunu da bilmiyordum. Buranın antik Hierapolis olduğunu oraya gidince öğrendim. Burası Pergamon Krallığı zamanında II. Eumenes tarafından MÖ 2. yüzyıl başlarında kurulduğu ve Bergama’nın efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera’dan dolayı, Hierapolis adını almış. Hierapolis, Roma İmparatoru Neron dönemindeki MS 60 yılındaki büyük depreme kadar, Hellenistik kentleşme ilkelerine bağlı kalarak özgün dokusunu sürdürmüş.

Buranın içinde birkaç tane müze var ve kazılar hala devam ediyor

Hierapolis Roma döneminden sonra Bizans döneminde de çok önemli bir merkez olmuştur. Bu önem, MS 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık merkezi olması (metropolis), MS 80 yıllarında, İsa’nın havarilerinden Filipus’un burada öldürülmesinden kaynaklanmaktadır. MS 395 yılında Bizans yönetimine geçen Hierapolis, Piskoposluk merkezi oldu. Hierapolis, 12. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu Selçukluları’nın sınırları dahilinde kalmıştır. Hierapolis antik kentinde; Nekropol, Domitiyan yolu ve kapısı, kare alan içine oturtulmuş Oktokonus tapınağı, tiyatro, Frontinus caddesi ve kapısı, Agora, Kuzey Bizans Kapısı, Güney Bizans Kapısı, Gymnasium, Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Kutsal Alanı, Su Kanalları ve Nympheumları, Surlan, Filipus Martynonu ve köprüsü, Direkli Kilisesi, Nekropol Alanı, Katedral ve Roma Hamamı kalıntıları bulunmaktadır.

Grek Tiyatrosu tipinde yamaca yaslanmış 300 ayak (91 m) tüm cephesiyle birlikte korunabilen büyük bir yapıdır. İnşasına; 60 yılında olan büyük bir depremin ardından Flavius’lar döneminde 62 yılında başlanmıştır. Hadrian döneminde (117-137) inşa halindedir. Yapı Severuslar döneminde 206 yılında tamamlanmıştır.

 
Hierapolis Antik Tiyatro

Cavea’da 50 oturma sırası bulunur. Bu oturma sıraları 8 merdivenle 7 bölüme ayrılmıştır. Cavea’nın tam ortasından geçen Diozoma’ya her iki yandan tonozlu birer geçit ile (vomitoryum) girilir. Cavea’nın ortasında yer alan krallık locası ve orkestrayı çevreleyen 6 ayak (3.66 m) yüksekliğindeki sahne ön duvarında 5 kapı ve altı niş bulunmakta, bunların önünde 10 adet sütun yer almaktadır. Mermer sütunların üzerleri istiridye kabuğu şeklinde motiflerle dekore edilmiştir. Sahnenin gerisinde arka duvarı süsleyen üst üste sıralanmış 3 sütun dizisinden, alttakiler sekizgen kaideler üzerinde yükselir ve yivsizdir.

Apollon Tapınağı
Hierapolis
Roma Devri Grlandlı Lahit Yüzü

Burada içerisinde yüzülebilen Antik bir havuz var.
Antik Havuz, Pamukkale’nin en önemli simgelerinden biridir. Özellikle sağlığa faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri olarak kabul edilir. Yılda binlerce kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi gelmektedir. Özellikle Roma İmparatorluğu Dönemi’nde Hierapolis ve çevresi tam bir sağlık merkezi durumundaydı. O yıllarda kent ve etrafına kurulan 15’ten fazla hamama binlerce insan gelir ve sağlıklarına kavuşurlarmış. Bugün antik havuzu meydana getiren İ.S. VII. Yüzyılda oluşan depremdir. Sütunlu caddenin yanında yer alan sivil agoraya ait ion düzeninde yapılmış olan (İ.S. I.yy) portik bu deprem sonucunda oluşan kırık içinde meydana gelen havuzun içine yıkılmıştır. Antik Havuz, suyun sıcaklığı nedeni ile rahatlatıcı bir etkiye sahip olmasının yanı sıra, birçok hastalığın geçmesi konusunda da etkilidir. Bu konuda yapılan araştırmalara göre Antik Havuz’un suyu, kalp hastalığı, damar sertliği, tansiyon, romatizma, deri, göz, raşitizm, felç, sinir ve damar hastalıklarına, içildiğinde de spazmlı midelere çok iyi gelmektedir. Bu da Roma Dönemi’nden itibaren Antik Havuz’un etrafında sürekli olarak sağlık merkezlerinin kurulmasının nedenini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Antik Havuz

Burada epey bir vakit geçirdikten sonra, çok geç olmadan yola çıkıyorum, yolu yine uzatarak Balıkesir tarafından gidiyorum. 270 km. nin büyük bir bölümünü aşırı rüzgarda sürerek Balıkesir’de bulunan asker arkadaşımın yanına uğradım.

14 yılın sonunda güzelce hasret giderdikten sonra yoluma devam ettim. Yine 350 km. daha sürerek gece yarısı nihayet eve vardım. Gün sonunda toplamda 750 km. yol yapmışım. O yorgunlukla eve gider gitmez duş alıp, 20 günün sonunda rahat bir yatağa kavuştum.

Yolda giderken, hız yaptığımda gözümün önüne gelip benim hızlı gitmememi, yolda her şeye daha dikkatli olmaya zorlayan kızıma kavuşmanın tarifi yoktur herhalde.

Yol Durumu :

20 günde, 8900 Km. yapmışım,
1,780 TL Yakıt.
220 TL. Kalacak Yer
1800 TL, şahsi harcamalar.

En beğendiğim şehir :
Şanlıurfa

En Beğendiğim Yerler :
Halfeti,Urfa – Sille,Konya

En güzel Kamp Yaptığım yerler:
Yason Burnu, Ordu – Kök Evi, Giresun – Eğirdir, Isparta – Salda Gölü, Burdur

En zevkli An :

Sac Tava, Altındere Vadisi, Trabzon

En Zorlu Yol:
Pokut Yaylası, Rize

Yazar : tenekecelebi

Yorum Yap