Gürcistan, Azerbaycan, İran Gezisi -4

Gürcistan, Azerbaycan, İran Gezisi -4

-İran Bölümü-

09.08.2017 (Onikinci Gün)
Astara Sınır Kapısı

Sabah biraz uykumu alayım diyerek saat 11:00 gibi kalktım. Güzelce dinlendikten sonra kahvaltımı yaptım. Motorumu hazırladım yavaş yavaş İran sınırına doğru yola devam ettim. Saat 14:00 gibi Astara sınır kapısına geldim. Talihsizlikler tabi peşimi bırakmadığından dolayı burada da başıma olaylar geldi.

Yine sınır kapısı umduğumdan daha farklı bir yer çıktı. Burası da eski püskü bir sınır kapısıydı. Görevlilerin hepsi Farsça konuştuğundan bir şey anlamadım. Orda işleri takip eden elemanlar hemen başımı sardı. İran sınır kapsından geçmek için Triptik Belgesi gerekiyor. Bu belge aracın gümrük bilgilerini beyan eden bir evrak. Daha önce ne Azerbaycan’da ne de Gürcistan’da öyle bir şey gerekmediğinden bende bir şey anlamadım.

Elemanlar benden 100 dolar para isteyince canım sıkıldı, biraz gider yaptım falan ama yemediler, vermesen geçemezsin gibisinden söylendiler. Oradaki Türk tırcılarda “mecbur verecen gardaş” diyince tamam dedim.” Napalım vereceğiz” Orda Navid Namjoo adında İşleri takip eden eleman Türkçe biliyor, gümrük evrakları Farsça olduğundan haliyle ben okuyamadığımdan o doldurdu. Dediğine göre hem sigorta yapmış, hem de evrak işini halletti. Tabii 100 dolar karşılığında

Ben geziye çıkmadan önce yeşil sigortamı yaptırmıştım ama bu sigorta İran’da geçerli değilmiş. Mecburen kapıda sigorta yaptırılıyor. Bütün işleri hallettik ama saat 15:00 olduğundan gümrük kapanıyormuş. “ee napacağız dedim” Navid “abi motoru iki ülke arasında yedi emin garajına koyacağız” dedi. Motoru alamadığımdan mecburen gece burada kalacağım. Sağ olsun Navid sınır kasabası Astara’da bana otel ayarladı, otele kadarda götürüp yerleştirdi. Motor iki ülke arasında ben, İran’da ayrılma zorunda kaldık. Otele eşyalarımı yerleştirip şehri biraz gezeyim bari dedim.

Hemen sınıra yakın bir yerde Hazar Denizi’ne giridim. Yakınlarda bir berbere gidip bir sakal traşı olayım dedim. Traşı oldum ne kadar dediğimde “qonag olasan abi” dedi. Daha önce okuduğum gezi yazılarında da bu cümlenin aynısını duymuştum. Bu “benden olsun abi” demek anlamına geliyor. Okuduğum o yazıda, satıcı böyle dediğinde “olur mu öyle al buradan” diyince para üstü gelmediğini biliyordum. Belki amacı bu değildi ama ben yine de işimi sağlama aldım. Fiyatını sordum ve neyse fiyatı verdim.

Akşam olduğundan akşam yemeğini de aradan çıkarayım dedim. İran’da en meşhur yemek kebap+ayran. Sulu yemek çeşitleri çok yok, her yerde et ürünleri var. Yolculuğumun İran kısmında kebap yemekten içim dışıma çıktım. Çorba kavramı burada hiç yok gibi bir şey

Yemekten sonra otele geçerek bu ilginç günü de geride bırakarak, yarın daha güzel yerler görmek umudu ile gün sonunu getirdim.

10.08.2017 (Onüçüncü Gün)
Astara – Ardabil – Khalkhal – Rasht – Lowshan – Qazvin

Sabah erkenden kalkıp, dolar bozdurup bir tomar İran Tümeni aldım. Yakındaki bir marketten de İnternet için Sim Kart aldım. Burada Facebook yasağı olduğundan internet facebook’a kapalı. Market sahibi Facebook’u açmak için 20 dolar para isteyince “biz de bilgisayarcıyız gardaaş, ben hallederim” dedim. Hemen VPN indirip Facebook yasağını deldim. Acele acele sınıra gidip Navid’i buldum, 15-20 dk.da motoru sınırdan alınca oyuncağını bulmuş çocuk gibi sevindim.

Motoru alıp hemen bir benzincide depoyu fulledim. 18.50 LT yakıt aldı 18.000 tümen para verdim. Yani bizim 20 TL gibi bir şeye denk geliyor. Benzinin ucuzluğu hakkında şöyle bir hesap yapıyorum. Dün yediğim akşam yemeği için 20 Tümen para verdim, bir depo benzin için 18.000 Tümen verdim. Yani 1.000 tümen ortalama 1.1 TL’ye denk geliyor.

Benzin ucuzluğundan gözlerim yaşardı, teneke çelebime verdim gazı hiç yakıt göstergesine bakmadan Hemen telefondan navigasyonu açarak hedefi Kazvin’e ayarladım. Ama ne olduysa kendimi birden dağ yollarında giderken buldum. Meğer İran’da navigasyonlar tam çalışmıyormuş. Google haritalar zaten hepten geberik. Yolcuğum boyunca maps.me programını kullandım. Her yerde iyi çalışmasa da çok yerde hayatımı kurtardı.

Dağ yollarına girince, normalde bu kadar çıkmamam gerekir diye düşündüm ama ortam ve yollar iyi olunca pek de önemsemedim, zaten motorumu özlemişim. Manzara da güzel olunca bir şekilde giderim diye geri dönmedim, zaten biliyorsunuz geri dönmem asla

Çok güzel dağ manzaraları eşliğinde epey gittikten sonra Erdebil şehrine geldim.

Daha gidilecek çok yolum olduğundan burada çok fazla kalmadım, güzel manzaralar eşliğinde, daha önce hiç görmediğim kültürleri izleye izleye toplamda 520 km. yaparak Qazvin’e geldim. Buraya geldiğimde saat 20:00 olmuştu. Hemen orda bir otele yerleşerek, eşyalarımı ve motoru otelde bırakıp şehri gezdim.

11.08.2017 (Ondördüncü Gün)
Qazvin – Alamut Kalesi – Qazvin – Tahran

Sabah gün ışıyınca uyandım ve hemen motoru hazırlayıp yakıtımı aldım. Petrol istasyonuna giderek 20 LT. yakıt aldım 20,000 tümen para verdim 😉 Gelmeden önce Google haritalarda Alamut Kalesini işaretlemiştim. Sıkı bir Assasin’s Creed hayranı olarak hep bu Assasin’s (haşhaşileri) merak etmiştim. Haritaları bir açtım ki kale Kazvin’e 110 km. uzaklıkta, ordan Tahran’a geçerim dedim ama yol yok, mecbur aynı yolu geri dönmem gerek. Düşümdüm ki; bir kale için 220 km. yapmaya değer mi?” “Evet değer” dedim kendi kendime. Ve teneke çelebinin yularını Alamut kalesine doğru çevirdim

Düzgün asfalt yollardan, harikulade manzaralar eşliğinde kah 2220 rakımlardan kah 1000 rakımlardan ine çıka 110 km. sonra Alamut Kalesine geldim.

Motoru aşağıda bırakıp, montumu, kaskımı motorda bırakarak epey bir tırmanıp Alamut kalesine tırmandım. Aşağıdan kaleye eşeklerde çıkıyor ama ben kendim çıktım.

Alamût Kalesi, ya da Elemût – Belde’t-ûl’İkbâl (Farsça: قلعه الموت Kal’at Elemût veya الموت Elemût); Elemûtlar Nizârî Bâtınî-İsmâ‘îl’îyye Devleti’nin yönetim merkezi konumunda olan ve Hazar Denizi’nin güney kıyısında yer alan bir kaledir. Kelime mânâsı olarak “Kartal Yuvası” anlamına gelmektedir.[1]:23 Cüstaniler kralı Veşudan İbn-i Cüstan tarafından inşa ettirilmiştir.[2]:29 Kelimenin mânâsı “Aluh āmū[kh]t” (“Kartalın Öğretisi” ya da “Cezalandırma Yuvası”) anlamlarına gelmektedir. Ebced hesabına göre ise “Elemût” (الموت) Hicrî 483 yılına tekâbül etmektedir, ki bu sayı kalenin Hassan-ı Sabbah tarafından zapt edildiği yıla karşılık gelmektedir.[2]:29[3][4][5] Elemût – Belde’t-ûl’İkbâl, Hasan Bin Sabbah tarafında feth edilene kadar Cüstaniler’in denetimi altında kalmıştır.

Heft Bab-ı Seyyidne Kelam-i Pir olarak da anılan Elemût Devleti’nin kurucusu Nizârî Dâ’îsi Hasan bin Sabbah’ın Yemen’den Kûfe yakınlarındaki Himyari bölgesine gelen, oradan İran’a geçerek bir süre Kumm şehrinde yaşayan, ve daha sonra Rey kentine yerleşen bir aileye mensup olduğu iddia edilir. Kurucusu olduğu İran’nın Elemût Bölgesi merkezli Nizârî İsmâ‘îlî Devlet, İmamet (İsmailiyye öğretisi) ve İmâmet (Nizârî i’tikadı) üzerine inşa edilmiştir.

Tarihçe
Alamût Kalesi’nin tepesinde yer alan arkeolojik kazılara destek vermek için “İran Kültürel Mirasını Koruma Teşkilâtı” tarafından kurulan inşaat iskeleleri.

Hasan Sabbah’ın önderliğini yaptığı, fedailerine sahte bir cennet vaadiyle kendi Haşhaşilik öğretisini yaydığı, tarihte Belde’t-ûl’İkbâl adıyla şöhrete kavuşan Elemûtlar Devleti’in karargahı ve başkenti niteliğinde hizmet vermiş olan bir yerleşim birimidir. Nizari-İsmaili mezhebinin yaşatılmasında büyük bir rol oynayan bu merkezde adamlarına cennetin anahtarlarını kendi ellerinde bulundurduğuna inandıran ve haşhaşın uyuşturucu etkisini kullanan Hasan bin Sabbah, eğitime tabi tuttuğu fedaileri aracılığıyla birçok devlet adamı ve hükümdarın canına mâl olan suikastler tertip etmeyi başarabilmiş ve çevresindeki ülkelere epey gözdağı vermeyi başarabilmişti. Suikast düzenlemek anlamına gelen İngilizce assassination kelimesinin burada yaşayan haşhaşin örgütünün adından değişerek türetildiği zannedilmektedir. Zamanın Haçlı kaynaklı tarihçileri Hasan bin Sabbah fedailerinin kendilerini feda edecek kadar davaya bağlı olmalarını anlamlandıramamış ve siyasi suikastleri yerine getirmesi için haşhaşın uyuşturucu etkisini kullanıldığını öne sürmüşlerdir.

Reşidüddin Hamedani’nin Cami’üt-Tevarih adlı eserinden alınma Moğollar’ın 1213-1214 yıllarında Haşhaşin Karargâhı “Elemût – Belde’t-ûl’İkbâl” kuşatmasını tasvir eden resim.

Şiîlik mezhebinin İsmâilîlik meşrebinin Nizârîlik koluna bağlı Hasan Sabbah’ın zamanında şöhretinin doruk noktasına ulaşmıştır. Tarihe “Haşhaşiler” ve “suikastçılar” olarak geçen bu kalede ikamet eden İsmâilîler’in bu şekilde tanımlanmalarının nedenlerinden biri Marco Polo’nun anılarında aktarmış olduğu bilgilerdir. Şiîlik mezheblerinden olan İsmailî-Nizârîler kolunun temelini teşkil eden bu tarikat günümüzde IV. Ağa Han’ın önderliğinde ezoterik-batınilik dünyasının en büyük temsilcisi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
Kaynak: wikipedia

Kaleyi gezerken üst kısımda bir yere yanlışlıkla girince, hala kazı yapılan bu alanda işçilerle burun buruna geldik. Bu alana giriş yasakmış, ben kendimi anlatmaya çalışırken ihitiyar bir araştırma görevlisi eliyle işaret ederek gel dedi. Yanındaki birkaç görevli araştırmacılarla beni aşağılardaki gizli geçitlere ve dehlizleri gösterdi.

Burada yaklaşık 2-3 saat geçirdikten sonra yoluma devam edeyim dedim. Yine aynı yolu geri dönerek Kazvin’e geldim. Burada öğle yemeğimi yiyerek Tahra’a doğru yola devam ettim. Tahran’a kadar olan yol otoban olduğundan yol durumu güzeldi.

———— Ara Bilgi ————

İran’a Motosiklet Kullanmak:

İran’da motosiklet kültürü çok fazla. Hemen hemen herkeste motosiklet var. Ama 150 cc üstü yasak olduğundan herkeste CG125 tarzı motosikletler var. Yasak olmasının sebebi de , devrim zamanı teröristler yüksek cc motosikletlerle devlet dairelerine ve askerlere saldırıp hızlıca kaçıyormuş. Hükümet bakmış olacak gibi değil yüksek cc motosikleti yasaklamış. Yüksek cc motosikleti yalnızca özel izinle (o da çok zormuş) alınıyormuş, o da sadece haftada iki gün şehirlerarası yolda kullanma şartıyla alınıyor. Yabancı ülkelerden ülkeye motosikletle girdiğinizde şöyle bir şey oluyor; yaşadığınız yerin en kalabalık caddesini ya da meydanını hayal edin oraya UFO indiğini farz edelim, halkın tepkisi nasıl olursa burada motosiklet de böyle bir şey. Her gittiğiniz yerde etrafınız küçük büyük herkes sarıyor bir şeyler sorup tezahurat yapılıyor. Otobanda 150-160 gidiyorum yanımdan geçen araçlar fotoğrafımı ya da videomu çekiyorlar. Hatta bazıları durdurup fotoğraf çekiliyor. İlk başlarda çok hoşuma da gitse insan ilgiden bir süre sonra sıkılıyor. Yorgun argın bir şehre giriyorum bir andan etrafım küçük cc motosikletle doluşuyor, bu da sürmemi engelliyor, bağırıp çağırıyorum hala beni takip ediyorlar. Bazen epey sinir bozucu bir durum olabiliyor. İran’da otobanlar motosikletlere yasak olduğundan ilk önceleri çekindim girmeye, yasak olduğundan para da almıyorlar. Selam verip geçiyorum. Burada otoban işaretleri Türkiye’nin tam tersi yeşil tabelalar normal karayolu, maviler ise otobanları temsil ediyor.

———— Ara Bilgi ————

Tahran’a 50 km. kala, trafik inanılmaz bir şekilde yoğunlaştı, zaten bir süre sonra tamamen kilitlendi. Yaklaşık 10-15 km. hep kanardan gittim. Burada bayağı bir zaman geçirince akşam olmaya başladı. Tahran’a 25 km. kala Yol kenarında Chitgar Forest Park tabelasını görünce hemen daldım. Parkı biraz dolaşıp uygun çadır yeri aradım ve çadırımı parkın güzel bir köşesine kurdum.

Burada yanımda yiyecek şeyleri çıkarıp çayımı demledim. Bir süre sonra park görevlisi gelip burada çadır kuramayacağımı söyledi. O kadar dil dökmeme rağmen “buranın benim için güvenli olamayacağını” söyleyip beni parkın diğer ucuna gitmemi söyledi. Homurdana homurdana çadırımı toplayıp söylediği yere gittim. Söylediği yerde 2-3 km. ileride olduğundan bir daha motoru yükledim. Dediği yerde çok güzel yer bulamadım, hem çok gürültülü olduğundan hem de içime bir kurt düştü. “ben burada çadır kurmam” diyerek Tahran’a devam ettim. Tahran’da otel fiyatları yüksek olduğundan bir caddenin kenarında yeşillik görünce çadırımı oraya kurdum. Kafamı koyar koymaz da bu dünya ile geçici olarak tüm bağlarımı kestim.

12.08.2017 (Onbeşinci Gün)
Tahran – Kashan

Sabah erkenden, güneşin çadırı ısıtması ile kalkıp Tahran’daki noktalarıma gitmek için motorumu hazırladım. İlk noktam İmamzade Saleh

Burası Şii müslümanların 7. İmamı Hz. Musa Kazım’ın oğlu İmamzade Salih Türbesi. İran gezisi boyunca, rota yaparken camii diye işaretlediğim çoğu yer meğer İmamzadelerin Türbesiymiş. Bu türbeler gerçekten çok gösterişli yerler. Bütün türbeler birbirilerine çok benziyor. İnanılmaz güzellikte yapıları var. Türbe içi minik cam parçaları ile bütün duvarlar çevrelenmiş. Türbenin olduğu bölümün içi para dolu. Her gelen demek ki buraya dilek tutmak için para atıyor. Çoğu türbede benim yarı boyuma kadar para doluydu.

Burayı gezdikten sonra 15-20 km. sonrasında Gülistan sarayına gitmek için yola çıktım. Naser Khosrow Caddesi trafiğe kapalı olduğundan motosikletimi bir otoparka teslim edip, yaya olarak gezmeye karar verdim

Biraz daha buraları gezip 100-150 mt. İlerideki Gülistan Sarayına girdim. Girişte size bir kart veriyorlar. Hangi bölümü gezecekseniz ona göre ödeme var. Ben full kart aldım, gezmezsem çıkarken para üzeri alırım diye düşündüm. Bastım 100.000 tümeni girdim içeri

Burası sarayın en eski salonlarından biri. 1806 yılında yapılmış. Duvarları, sütunlar ve tavanı çok ince bir işçilikle yapımlı. Salona ismini veren mermer Taht 65 parçadan oluşuyor. Burası genelde tahta çıkış törenleri için kullanılan bir salonmuş. Son Şah Rıza Pehlevi’de burada taç giymiş

Wikipedia Bilgisi:
İran’ın başkenti Tahran’ın güneyinde, Erg Meydanı’nın yakınında eski Tahran surlarının sınırları içerisinde Kaçar Hanedanı dönemine ait bir saray. Sarayın inşasına Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında başlanmış ve zamanında İran Türk hanedanı Kaçar Hanedanı’nın şahlarının ikametgahı olarak kullanılmıştır. Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin üyelerinin ikameti için kullanılan bu saray günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.

Şems-ül İmare === Güneş Binası anlamına gelen bu bina Gülistan Sarayı’nın en güzide eserlerinden birisidir. Nasrettin Şah zamanında Tahran’ı yüksekten bakmak için kullanılmıştır. Bu bina hicri kameri takviminin 1282. yılında Nasrettin Şah tarafından yaptırılmıştır.

Selam Salonu === Günümüzde müze olarak kullanılan bu salon Nasrettin Şah’ın ilk Avrupa gezisinde Avrupa Müzelerinden ilham alıp Tahran’da da bir müze yapılması düşüncesiyle yapılmıştır. Bu salon Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler için kullanılmıştır. Bu binada İran’ın en seçkin Ayna işleri ve İranlı ünlü ressam Kemal-ül Mülk’ün en güzel resimleri bulunmaktadır. Avşar Hanedanı’nın kurucusu Nedir Şah’ın Hindistan’dan getirdiği ünlü Taht-i Tavus adlı Taht uzun zaman bu binada bulunuyordu

Ayna Salonu === Sarayın en güzel bölümlerinden birisi Ayna Sarayıdır. Bu bölümün en seçkin eserleri Kemal-ül Mülk’ün çizdiği Aynalar ve Nasrettin Şah resimleridir.

Ebyez Sarayı === Günümüzde etnografya müzesi olarak kullanılan bu bina Nasrettin Şah döneminde yapılmıştır. Nasrettin Şah’ın saltanatının son yıllarında Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit Kaçar Şahı’na değerli hediyeler gönderir ve Nasrettin Şah, Osmanlı Padişahı’nın hediyelerini sergilemek için bu binayı yaptırır.

Burası gerçekten güzel bir saraydı. İçeride zenginlik ve şaşaa insanı hayretler içerisinde bırakıyor. Burada 1,5 – 2 saat zaman geçirdikten sonra çıkmaya karar verdim. Birkaç yere girmedim o nedenle çıkışta kartı geri vereyim de kalan bakiyemi alayım dedim. Görevliye durumu anlattığımda her kes bir birine sordu. Para iadesi olmuyormuş. Bende kartı orda sıra bekleyen bir turiste hediye ettim. Yedirmedim onlara
Çarşıda biraz daha gezip, burada bulunan Selçuklu Eseri Tuğrul Kulesine doğru yola devam ettim.

Burası 12.yy da Selçuklu imparatorluğu zamanında yapılmış. 1063 yılında kurulan Selçuklu Hanedanının kurucusu Tuğrul Bey’in mezarıda burada bulunuyor. Tuğladan yapılmış bu kulenin yüksekliği 20 mt. İmiş.İç çapı 11 mt iken dış çapı 16 mt. Olan bu kule, dışarıdan bakıldığında 24 açılı bir poligon şeklinde. Bu şekilde yapılması da depremlere karşı dayanıklı olması içinmiş. Bu yapının bir başka özelliği de, güneşin doğmasından sonra kuzey kapısından sola doğru sayıldığında güneş ışınlarının düştüğü sütün saatin kaç olduğunu gösteriyormuş. Girişte küçük bir kulübeden biletimi alıp içerisini gezdim.

İran’da her köşeden tarih fırladığından ne kadar eski ve dikkat çekici yapı varsa gördüğüme girdim. Büyük bir yapı görüp burayı da ziyaret ettim. Ziyaret ettiğim bu yer Shrine of Hazrat Abdul Azim Hasani

Wiki Bilgisi:
Abdülazim Hasani (Arapça: عبد العظيم الحسني) diye ünlü olan ve Farsça’da kendisine “Seyyidu’l Kerim” ve “Şah Abdülazim” diye hitap edilen Abdülazim b. Abdullah b. Ali b. Hasan b. Zeyd b. Hasan b. Ali b. Ebu Talib’in (a.s), künyesi Ebu’l Kasım ve Ebu’l Fetih’dir. İmam Hasan’ın (a.s) soyundan gelen Hasani seyitlerin ünlülerinden ve bilginlerindendir. Nesebi dört vasıta ile İmam Hasan’a (a.s) ulaşan, hadis rivayet edenlerden birisidir. Kendisi ikinci ve üçüncü asırda yaşamıştır. Takvalı, emanete riayeti ile ünlü, sözlerinde sadık, dini konularda âlim, Şia mektebinin Usul-u dinine bağlı ve çok sayıda hadise vâkıf bir şahsiyetti. Burada epeyce yaya gezdikten sonra yolcu yolunda gerek diyerekten. Yoluma devam ettim.

Tahran’dan 250 km. sürdükten sonra akşam 21.00 gibi Kashan şehrine geldim. Burada booking ya da trip advisor çalışmadığından Google’dan hotel aradım. Yakınlarda Sadeghi Hostel diye bir yer gördüm, motoru oraya doğru sürdüm. Daracık ve sağlı sollu tarihi kerpiç binaların olduğu yollardan geçtim. Büyük ve heybetli bir kapının önüne geldiğimde navigasyonun burası dediği yerde durdum. Motoru park edip kapıdan içeri girdiğimde adeta büyülendim. İçerisi tarihi oyunlarda oynadığım yapılar gibiydi. Hemen resepsiyona gidip işlemleri haletlim ve odama geçtim.

Hostel odası ama benden başka kimse yoktu. Eşyalarımı odaya koyup biraz da gece ortamı nasılmış, hem de yemek yemek için şehri turlamaya başladım.

Biraz gezip yemeğimi yedikten sonra günün yorgunluğunu atayım diyerekten, gün sonunu getirdim.
İran için diyebileceklerim; Her üç kişiden biri Türkçe biliyor. İran seyahatim boyunca hiç dil problemi çekmedim. Burada Türk olduğunu öğrendiklerinde kapılar ardına kadar açılıyor. Türk olduğum için burada kendi milletim için gurur duydum. Hatta pazarlık yaparken bile Türk’üm dediğimde çok inanılmaz fiyat verdiler. Buraya gelmeden önce çok önyargım vardı, ama hep önyargıymış gerçektende. Aslında bu kadar cesaretimin nedeni de ülkemizde gezen insanlar sayesinde oldu. Namık Kemal Başbay, Serkan Söğüt, Şule Özürün Bendler, Asil özbay, Gülşah Merve Yüksel ve adını hatırlayamadığım gezginler sayesinde cesaretimi topladım. Vaktim olsa daha da yol yapmak isterdim ama her şey zaman işte.

İran’da trafik de çok değişik, buradaki gibi insanlar önünüze atlayabiliyor. Küçük cc motosikletler hep peşinizde zaten. Trafik ışıkları da çok farklı, dönmek için bana yeşil yandığında çaprazımdaki araçlarda üzerime geliyor. Bu sürüşler bölge bölge de değişebiliyor. Trafikte bilinenin aksine çok sayıda kadın sürücü var, hatta benim yaşadığım şehirde gördüklerimden bile çok fazla. Kadınlar çok aşırı makyaj yapıyorlar, öyle bize lanse edildiği gibi peçeli, çarşaflı kadın çok fazla yok. Alkol ve diğer içkiler el altından da olsa istediğiniz zaman ulaşabiliyorsunuz. Burada her şeyi ulu orta yapmayın yeterli, gitmeden önce okuduğum yazılardan birinde kapri giydiği için tutuklanan bir Türk olduğunu duymuştum.

Alışveriş konusunda, kredi kartı kesinlikle geçmiyor. Uluslararası bankacılık olmadığından bankamatik veya bankacılık işlemleri yok. Ben yanımda dolar götürmüştüm, her yerde para bozan seyyar döviz büroları var, çok mecbur olmadıkça buralarda bozdurmadım.

Yolculuklarım esnasında gece yolculuklarımı biraz daha uzun tuttum. Gündüz ve gece sıcaklıkları arasından çok fazla fark var. O yüzden sabah erken kalkıp, gündüz gözüyle noktalar arası küçük mesafeler gidip çok fazla pişmeden gezdim. Geziden önce yanıma body armor almıştım. Gürcistan ve Azerbaycan’da hiç kullanmadım ama İran aşırı sıcak olduğundan Body Armor üzerinde jersey giyip öyle sürdüm. İnternet öyle her yerde çekmiyor, çekse de çok hızlı değil zaten. Günlük ya da haftalık internet paketleri var ben hep onu kullandım. Kaldığım yerlerin wi-fi sinden çok istifade ettim. Yanımda küçük minibook getirdim, kask kamerası ve telefonumdaki fotoğrafları buraya yükledim.

İnsanlar konuşmayı çok seviyor. İlginçtir hemen hemen herkes İngilizce biliyor. Ben daha çok teknik ingizlizce bildiğimden onların İngilizcesine yetişemedim. Anlıyorum ama konuşamıyorum olayını burada yaşadım. Çok insanla tanıştım, insanlar saf ve çok yardımsever. Ben çok keyif aldım.

13.08.2017 (Onaltıncı Gün)
Kashan

Sabah erkenden kalkıp, fiyata dahil olan kahvaltımı yaptım. Burada hostel fiyatları çok uygun, bu güzelim hostelde kahvaltı dahil 10 dolar karşılığı bir fiyata kaldım. Tabii ilk gittiğimde 25 dolar gibi bir fiyat çektiler, biraz pazarlık, biraz Türk’lüğümü kullanıp 10 dolara indirdim 😉 kahvaltımı yaptıktan sonra hotelin sahibi Hüseyin abi çevreyi görmem için bei çatıya çıkardı. Manzara inanılmaz güzellikte idi. Yan hemen binamız Abbasiler döneminden kalma restorasyon yapılmış çok harika bir yapıydı.

Çatıdaki manzara inanılmaz güzellikteydi. Eğer bir gün yolunuz İran’a düşerse Kashan’ı mutlaka görün. Kalacaksanız da bu hoteli şiddetle tavsiye derim. Hüseyin Abi İngilizce bilmiyor ama kızı Ayda ileri derecede biliyor.
Adresi : Sadeqi Traditional Hotel Isfahan Province, Kashan, Alavi Street, İran
Burada Ayda ve Hüzeyin abiye veda ettikten sonra, hemen sokağın başında bir motorcu görmüştüm. Hem zinciri temizleyim hem de kırılan sis farı ayağını kaynattırayım diye motorcuya girdim. Motosiklet tamircisi 20 li yaşlarda olan Hajmaşallah ile tanışıp sis farı ayağını güzelce kaynattı. Ben de zinciri temizledim. Sağ olsun Hajmaşallah sağını solunu kontrol edip gevşeyen vidaları falan halletti, yağını suyunu tamamladı. Borcumun ne olduğunu sorduğumda, borcun yok abi dedi. Ne kadar ısrar etsem de para almayı kabul etmedi. Teneke Çelebiyle 1-1,5 saat uğraşmasına rağmen tek kuruş almadı. Bende al dedim bari bir tur at, aldı 10,15 dk. Gezdi geldi. Baktım ağzı kulaklarına varmış Yüksek cc motosiklet kullanma şansı olmadığından motosiklet ona çok keyif vermiş.

Buradan ayrılmadan önce Ayda ile yaptığımız sohbette “o kadar İran’a geldim bir çöle giremedim, burada en yakın çöl nerede?” diye sordum. O da buraya en yakın çölün Maranjab Çölü olduğunu ama tek başına gitmenin çok tehlikeli olduğunu söyledi. “tehlike bizim göbek adımız” demeyerek “bana bişi olmaz” dedim. Navigasyona girdim yola çıktım. Kashan şehir merkezine yaklaşık 20-25 km. mesafede olan çölün girişine kadar geldi. Çölün girişinde bildiğiniz bariyer var, bariyerin dibine geldiğimde hemen görevli koşa koşa yanıma geldi. Bana çöle haftada iki defa girildiğini söyledi, Perşembe ve cumartesi gibi bir şeydi herhalde. O kadar yol geldim acık ucundan bari gireyim dediğimde, adam Nuh dedi peygamber demedi. Mecbur gidonu geri çevirdim. Biraz gittikten sonra baktım yandan bir yol var, hemen daldım içeri. Yaklaşık 10-15 km. gittikten sonra yol falan kalmadı, motorda ağır olduğundan kumda batmaya başladı. “Olum İbo, riske girme boşveer” diyerekten geri döndüm.

Aslında çöle ekip ile beraber girecektim. Burada çöl turları düzenleyen araçlar var, onların programı da bana uymadı. Onlar önden araç ile gidecek ben de, yükleri araca yükleyip boş bir şekilde aracı takip edecektim. Ama onlar yol zor olduğundan 6-7 saat’de ancak çölün ortasındaki kamp alanına gidebiliyorlar. Bir gece orda çadır kuruyorlar, bir günde geri dönülüyor, benim için iki günlük bir süreç olduğundan vazgeçtim. Yine aynı şehre dönüp, eksik kalan noktaları gezdim.

Borijerdi Historical House:  Bu ev 1857’de üstad Ali Meryem tarafından, zengin bir tüccar olan Seyyid Mehdi Borujerdi’nin eşi için yaptırılmıştır. Bir ana yaşam alanı (güney) ile giriş alanı arasında dikdörtgen bir avludan oluşur. Kraliyet ressamı Sani ol molk’un duvar resimleri ve evin olağandışı soğuk havalarda serinlemesine yardımcı olan 40 metre yüksekliğindeki üç rüzgar kulesi (ikisi yaşama alanı ve birinin giriş alanı üzerinde) bulunuyor. Ana salon (resepsiyon salonu), Geometrik bir heykel çatı örtüsünün parçası olan bir khishkhan tipi merkezi kubbe ile kaplıdır. Girişe ve bir bira bahçesi (dış avluya) ve daruni bahçesi (endarun, iç avluya) gibi geleneksel İran konut mimarisinin tüm klasik imzaları vardır. 150 işçi kullanarak, on sekiz yılda bitirilmiş. Burası İran’da beni etkileyen en güzel yapılardan biri oldu.

Tabatabaai House : Dört avlu, duvar resmi, şık vitray pencereler ve biruni (ortak alan, ortak alan) ve andaruni (özel / kadın mahalleleri) gibi geleneksel İran konut mimarisinin diğer klasik özelliklerinden oluşur.
Borujerdi Evi mimarı Ustad Ali Maryam ve Kashan Çarşısı’ndan Aminoddole Carvansarai tarafından tasarlandı.
Ev yaklaşık 5,000 metrekareyi kaplar ve yenilenmiştir. İç bahçelerin bahçeleri var. Bina 40 oda, 4 avlu, 4 bodrum ve 3 rüzgar kulesi var.

Bu güzel şehri güzelce gezdikten sonra, diğer noktalarıma gitmek üzere yola çıktım. Ana yolda 130-140 km hızla giderken, arkamdan bir araba, korna selektör yapa yapa geldi, eliyle sağa çek , sağa çek diyor, “ne ayaktır bu” falan derken, baktım içinde aile var hemen çektim sağa. Tarzanca “ne var, ne oldu” der gibisinden hareket yaptım. “foto foto” diyince “tamam gelin” dedim. Meğer ailenin küçük kızı benimle foto çekmek istemiş.

Fotomuzu çektikten sonra “nerden gelip nereye gidersin” diye sorunca İsfahan’a dedim. Bana 20 km. ileride mutlaka ziyaret etmen gereken bir yer var, İran’ın en büyük camilerinden dedi. Bende bana uyar dedim tarif ettikleri yere 5 km. kalana kadar beraber gittik. Burası İmam Rıza’nın kardeşi olan Ağa Ali Abbas’ın türbesiymiş

İmam Rıza’nın kardeşi olan Ağa Ali Abbas, İmam’ın şehadet haberini aldıktan sonra Medine’ye dönmek istiyor ancak buna izin verilmiyor; çıkan savaşta şehit düşen Ali Abbas’ın cenazesi zamanın iktidarından korkulduğu için defnedilemiyor.
Günlerce yerde kalan cenaze yakın bir köyün kadınları ve sonrasında yardıma gelen erkekler tarafından defnediliyor. Türbede şuan da 400 civarında kadın gönüllü hadimlik yapıyor.

Buradan sonra yaklaşık 75 km. daha sürerek, bence dünya üzerinde görülmesi gereken en güzel yerlerinden biri olan Abyaneh’e gittim. Burayı Kashan’daki hostelde bir kartpostalda görüp rotamın dışında olmasına rağmen ekledim. İyi ki de eklemişim. Burası İran’da gördüğüm en harika, en muhteşem yerlerden biriydi. Eğer bu yazıyı okuyup, İran’a gitmeyi planlarsanız burayı kesinlikle es geçmeyin. Ben buraya kızıl renkli köy diyorum, gerçekten de öyle bir köy. Sadece yeşil ve kızıl renkler var.

Burası İsfahan ve Kashan arasında 200-300 kişilik bir köy. Köy derken de dağın üst taraflarında 2200 rakımlı bir köy. Köylülerin ve girişte bilet kesilen yerde verilen broşürdeki bilgiye göre 2500 yıldır aslını korumuş olan bir yer burası. Buranın ilginç olan kısmıda, burada yaşayan köylüleriymiş. Bu insanlar yaklaşık 500 yıldır Kadınlar başlarını ve omuzlarını örten beyaz üzerine kırmızı mavi çiçek desenli örtüler örter, dizaltı etekler giyiyorlar. erkeklerin ise İspanyol paça benzeri geniş paçalı pantolonları, beyaz hakim yaka gömlekleri var. Bazı kadınlarda gördüğümüz veya türbelerde giymesi için yabancı turistlere verilen çiçekli çarşafın kökeni bunlardan geliyormuş.

Tarihine bakarsak burası İslam’dan önce Zerdüştler tarafından kurulmuş. Daha sonra Safeviler dönemindeki baskılardan dolayı Zerdüştlük baskılanmış. Dilleri de dediklerine göre sadece burada konuşulan Pehlevi dili imiş. Burası 2007’den itibaren UNESCO koruması altındaymış. Buraya geldiğinizde adeta zamanın durduğunu hissedebiliyorsunuz.

Köy orta eğimli bir yamaca konumlanmıştı ve bu nedenle bazı evlerin çatıları bir sonraki evin ön cephelerine denkti. Evler kereste, saman ve kil olmak üzere geleneksel malzemeler kullanılarak inşa edilmişti. Kırmızı kerpiç tuğla duvarları etkileyici. Yağmura maruz kaldığında bu tuğlalar benzersiz bir şekilde sertleşiyormuş. Güneşten mümkün olduğunca çok faydalanabilmek için evler doğuya bakıyor. Binaların kırmızı duvarları eften püften gözükse de oldukça sağlam. Her yağmurda da sertleşirlermiş. Her yıl binalarını baştanbaşa yeniden sıvar, tamir ederlermiş.

Ab- (Su) -Yaneh (Yanı) Türkçe’de Suyanı diyebeleceğimiz bu köye dağdan eski boru sistemi ile oluk oluk su geliyor. Bu suyun geldiği yere de bir cafeterya yapmışlar, gelen geçen burada soluklanıyor. Yolları daracık ve sevimli olan bu köyde insanlarda dost canlısı, her selam verdiğim mutlaka gülümseyip, muhabbet edebiliyor.

Dar bir yol eski köyün ortasından geçiyor, kafes pencereli ve narin ahşap balkonlu kerpiç evler bu yolun yamacına tutunmuş gibi duruyor. Karakterize eden özelliklerden birisi, Abyaneh’in çevresindeki topraklar kırmızımsı bir renk veren demir oksit içerdiğinden ve kerpiç evlerde bu topraktan inşa edildiğinden evlerin tamamının kendine has kırmızımsı rengidir. Köy, kış aylarının fırtına etkisine azaltacak ve alacağı güneş ışığını maksimize edecek şekilde, resmedilecek bir vadinin doğu yüzüne inşa edilmiş. Köyün uzak konumu ve izolasyonu, kurucularının kültür ve geleneklerini korumasına yardımcı olduğu gibi benzersiz bir kültür yaratmıştır.

Köyün karşı yamacında Sasani döneminde inşa edilen Palahamooneh kalesi kalıntıları var. Kale tam bir harabe, etkileyici değil, ancak buradan köyün manzarası görülmeye değer.

Köyün karşısındaki dağda gezerken, bazı yerlerde resimdeki gibi girişleri görünce merak ettim, burası da neymiş derken içeri girip baktım. İnsanlar dağı oyup burayı ağıl haline getirmiş. Yazın hava çok sıcak olduğundan, hayvanları buraya bırakırlarmış.

Kısacası İran’ın tarihi köylerinden birisi olan Abyaneh, köylülerin giyim ve lehçesi, köy evleri ve diğer yapılarıyla özgündür. Zaman zorlu bir metrestir, büyük ve en korkunç imparatorlukları bile harabeye çevirip tüketirken, küçük Abyaneh köyü iki bin yıldan fazla bir süredir varlığını muhafaza ediyor ve onu, Unesco Dünya Mirası listesinde olan İran’ın en eski yaşanan köylerinden biri yapıyor. Mutlaka uğranması gerek yerlerden biri olarak rotanıza eklemenizi tavsiye ederim.

Bu güzel köyde çadır kurmak istedim, ama zamanı tutturamadığımdan ve günlerimin de bitiyor olmasından dolayı biraz yol yapayım dedim ve 170 km. sürerek İsfahan’a geldim. Merkez bir yerde uygun bir hostel bularak yerleştim.

14.08.2017 (Onyedinci Gün)
İsfahan – Yezd

Sabah erkenden kalkıp, kahvaltıdan sonra motorumu hazırlayarak en yakın noktadan başladım. İl durağım Çehel Sütün Sarayı oldu. Burayı biraz gezdikten sonra hemen karşısında bulunan ve dünyanın ikinci en büyük meydanlarından olan Nakş-ı Cihan meydanına geldim

Burası, eski adıyla Meydan-e Şah, 508 metre uzunluğunda ve 160 metre genişliği, 89,600 m² büyüklüğüyle dünyanın en büyük meydanları arasında yer alıyor. Buraya dört adet kapıdan giriliyor. Bunlar; Ali Kapı (Siyası kapı), İmam Camii (Dini kapı), Şeyh Lütfullah Camii (İlmi kapı) Kayseri Çarşısı (ekonomi kapı) Ayrıca meydan iki eksene sahiptir. Kraliyet ekseni batıdan doğuya, halk ekseni kuzeyden güneye. Her eksen bir camiyle ilgilidir. Meydanın uzunluğu 525 metre ve genişliği 159 metre kadardır. Meydanın çevresi iki katlı sütunlu binalarla çevrilmiş ve ortasındaki geniş havuzuyla kapalı bir mekan oluşturulmuştur. Çevreyi oluşturan yapıda kapalı çarşı bulunuyor.

Meydanı çevreleyen kısımlarda kapalı çarşı şeklinde dükkanlardan oluşuyor. Bu çarşıda ünlü İran halıları, bakırıcılar, aynacılara, oymacılar… el sanatları ürünlerini sergiliyorlar. Tarihte haftada 1 gün sadece kadınlara açılan Kapalı Çarşı, bugün herkese açık.

Bu meydan da en göze batan bir yapı da şeyh Lütfullah Camiidir. Bütün ihtişamı ile meydanın her yerinden görünüyor. Bu cami,Şah Abbas tarafından,kayınpederi Şeyh Lütfullah adına 17. yüz yılda yaptırıldı. Şeyh Lütfullah camii Safevi döneminin mimari ve fayans şaheseri olup tarihçilerden büyük takdir toplamayı başarmıştır.Firuze taşlarıyla işlenmiş,çevresiyle son derece uyumlu bir yapıdır.Caminin bir özelliği de mineresiz ve avlusuz olarak yapılmasıdır.Kubbesi çok büyük olmamakla birlikte süslemeleriyle çok gösterişlidir.

Bu camide kıblenin yönü, girişinden farklıdır. Çünkü cami, kentin imam meydanının doğu kanadında yer alıyor ve kaçınılmaz olarak girişi de meydanın doğusuna açılıyor. Fakat eğer camii aynı coğrafi yöne uyarak inşa etmiş olsalarda kıblenin yönü diğer camilerde olduğu gibi olmayacaktı. Bu sorunu çözümlemek için caminin giriş koridorunu dik köşe şeklinde inşa ettiler, öyle ki hafif bir eğimle şebistana ulaşıyor. Dolaysıyla şebistan da kılbe yönünde yer alıyor. Bu mimari teknik ise caminin dış görünümünü etkilemediği gibi, meydanda bulunan diğer binalarla uyumunu da koruyor. Şebistan da bir dörtgen üzerine inşa edilmiş ve duvarları yükseldikçe sekizgene dönüşmüş ve en son üzerinde kubbe yer almıştır.

Bu caminin duvarları da kubbenin ağırlığını kaldırması için kalınca inşa edilmiştir, öyle ki esas bölümlerde duvar kalınlığı iki metreye ulaşıyor. Şeyh Lütfullah camiinin tabanı, meydandan daha yüksektedir. Giriş bölümü ise çok kaliteli mermer taşlar ve rengarenk fayanslarla süslenmiştir. Buradaki süslemelerde geometrik motifler, çiçekler, tavuslar ve Nastalik hattı ile yazılan yazılar göze çarpmaktadır.

Caminin girişinin üst kısmında iki levha yer almaktadır. Kubbenin iç kısmında da güzel hatlarla yazılmış büyük levhalar ziyaretçilerin gözlerine hitap ediyor. Kubbenin fayans işlemesinde kullanılan motifler ve renkler İran mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Şebistanın aydınlığı ise kubbenin etrafına yerleştirilen gözeneklerden içeri sızan ışıklarla sağlanır. Buradaki ışık oyunları caminin iç alanına ayrı bir manevi atmosfer kazandırır.
Amerikalı İran bilimcisi Arthur Pope bu cami hakkında şöyle yazıyor: Bu binada en ufak bir eksiklik göremezsiniz. Ölçüler çok uygun ve plan fevkelade güçlü ve güzeldir. Kısacası bir dünya şevk ve coşku, bir dünya huzur ve sessizlikle bütünleşirken güzellik tanımının en iyi yansıması ortaya çıkmıştır. Bu mimari şaheseri, dini iman ve semavi ilham olmaksızın yapılamazdı.

Burayı hep resimlerden görüyordum. Buranın tarihi çok eski, okuduğum kitaplarda falan İsfahan ismi çok geçiyordu. Buraya geldiğimde hep kitaptan okuyup, resimlerini gördüğüm bu yere gelince yolculupumun bütün yorgunlupu bitti. Kendimi kuş gibi hafiflemiş hissettim. Burada manevi duygularımın yüksek olduğunu hissediyorum. Burayı da güzelce gezip tozdukan sonra sıradaki noktama doğru sürüyorum. Burası da İsfahan’ın simgelerinden Si-o-Seh Pol Bridge

Wiki Bilgisi:
Allahverdi Han Köprüsü (Farsça: پل اللهوردیخان) veya yaygın adıyla Si-o-se Pol (Farsça: سیوسهپل; otuz üç ayaklı köprü, İran’ın İsfahan kentinde bulunan bir kemer köprüdür. Köprü, İsfahan’daki 11 köprüden biri olup 297.76 metre uzunluğu ile Zayenderud’un en uzun köprüsüdür.
1599-1602 yılları arasında inşa edilen köprü, Allahverdi Han tarafından denetlenmiştir. 33 ayaklı üst üste binmiş iki sıradan oluşur ve Safevi köprü tasarımının en ünlü örneklerinden biridir. Köprünün başında Zayanderud’un aktığı ve bugünlerde terk edilmiş bir çay evini destekleyen daha büyük bir taban bulunmaktaydı.

Bu köprünün iki km. ilerisinde, ihtişamlı bir köprü daha var. Noktalarımdan onu da seçip, oraya da sürdüm. Yaklaştıkça köprünün tüm ihtişamı gözlerimin önüne serildi.

Wiki Bilgisi:
İran Safevi kralı, Şah Abbas II tarafından 1650’de inşa edildiği eski bir köprünün temelleri üzerine kurulmuştur. Hem köprü hem de baraj olarak hizmet veren bölgenin kuzey kıyısındaki Khaju mahallesini Zayandeh Nehri boyunca bulunan Zerdüşt mahallesine bağlar. Mimari olarak bir köprü ve bir tezgah olarak işlev görmekle birlikte, bir bina ve halka açık toplantılar için bir yer olarak da görev yapıyordu. Bu yapı başlangıçta sanatsal çini ve tablolarla süslenmiş ve çay evi olarak kullanılmıştır. Yapının merkezinde, Şah Abbas’ın içinde bulunduğu manzarayı hayranlıkla izleyecek bir pavyon var. Bugün, taş koltuğun kalıntıları kralın sandalyesinden kalan tek şey. Bu köprü İran’da Safevi kültürel nüfuzunun yüksek olduğu Pers mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Uşam Pope ve Jean Chardin’in sözleriyle Khaju köprüsü, “Fars köprü mimarisinin en üst noktaya ulaşan anıtı ve var olan en ilginç köprülerden biri … tümünün ritmine ve haysiyetine sahip olduğu ve en mutlu tutarlılık, faydalılık, güzellikte birleştiği ve dinlenme “.

Buradan sonra İsfahan Ulu Camii’ne geçtim. Buranın bilinen bir diğer adı da Mescid-i Cuma Camii. Bu caminin tarihi, 6. Yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Özel bir mimariye sahip olan cami, avlusu, iç tasarımı, minaresi ve diğer yönleriyle oldukça dikkat çeken bir yerdir. Turizm dünyasında da önemli bir konuma sahip olan camii, tarih boyunca çok defa restore edilmiştir. Hatta Hicri ikinci yüzyıllarında Arap Tayran (Tîrûn) kabilesinin inşa ettiği farklı bir caminin varlığı da tarih kitaplarında geçmektedir. Bu dönemde yapılan camii, bir süre sonra 840 yılında Abbasi halifesi Mu’tasım zamanında (833-842) yeniden inşa edilmiştir. Daha büyük ve görkemli şekilde yapılan yeni cami de bir zaman sonra yeniden restore edilmiştir. Büveyhîler (937-995) döneminde yapılan bu inşa uzun süre bu şekilde kalmıştır. O zamanlarda da büyük ilgi gören camii, daha sonra Selçuklu Devleti’nin bölgeye hakim olmasıyla birlikte yeniden restore edilerek günümüze kadar ulaşmıştır.

Nizam-ül Mülk Wikipedia:

Nizamülmülk, 10 Nisan 1018 tarihinde Tus, İran‘da doğmuştur. Gerçek adı Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî’dir. Varlıklı olan babası sayesinde iki kardeşi ile birlikte, devrin en iyi şartları içinde yetiştirildi. Daha 11-12 yaşlarında Kur’an-ı Kerim‘i ezberlemiştir. Devlet işleri ve siyaset ilgisini çektikten sonra Horasan bölgesini dolaşmış ve burada bazı devlet adamlarının himayesine girmiştir.
Tus şehrinde, şehrin Gazne devleti idaresinde bulunduğu bir eliler için yapmaya başlamış 1059 yılında Horasan Valisi olarak görevde bulunmuştur. 1063 yılında ise Selçuklular devletinde Alp Arslan‘ın Belh valisinin yanında çalışmaya devam etmiştir. 1064 yılında Büyük Selçuklu devletinde vezir olarak atanan Nizamülmük, hem Alp Arslan hem de Melikşah döneminde görevlerde bulunmuştur.

Memleketin nizamlarının kurucusu anlamında olan “Nizamülmülk” ismi Abbası halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi.

Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064‘ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adâletle hizmet etmiştir. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bü bulunmuştur.

Sultan Alp Arslan‘ın ölümüyle veliaht Melikşah‘ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında başarılı olmuştur. Sultan Melikşah’a muhâlefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itâat altına alınmasında büyük hizmetleri geçmiştir. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler vermiştir. Nizâmülmülk‘ün akıllı, tedbirli ve adâletli idâresi sâyesinde de, Melikşah‘ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur.

Selçuklu sultanı Alp Arslan‘ın oğlu Melikşah, bütün devlet işlerini Nizamülmülk‘e havale edip ona Atabek ünvanını vermişti.

Nizâmülmülk’ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyâset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır.

Siyâsetnâme’de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul‘da Süleymâniye Kütüphânesi, Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dillere tercüme edilerek, yayınlanmıştır.

Nizamülmülk, 14 Ekim 1092 tarihinde Nihavend, İran’da 74 yaşında iken bir Haşhaşi tarafından zehirli bir hançer ile öldürülmüştür.

Daha sonra, sıradaki noktam olan İmam Ali Meydanına gittim. Burası da kocam bir meydan, o sıcakta bu meydanı karış karış gezdim. Meydanın hemen dışında olan, yine İran’ın en büyük Camiilerinden İsfahan Ulu Camii’ye geçtim. İsfahan’daki Selçuklu mimarisininin izlerini taşıyan Mescid-i Cuma, Ulu Cami olarak da biliniyor. İran islam mimarisinin vazgeçilmez plan şeması olan mihrap önü kubbeli, dört eyvanlı avlulu mimari özellikleri taşıyan caminin geçmişi 8. Yüzyıla kadar gidiyor.

İsfahan Mescid-i Cuması’nın inşa edildiği yerde, hicri ikinci yüzyılda, Arap Tayran (Tîrûn) kabilesi tarafından yaptırılan büyük bir cami yer alıyordu. 840 yılında Abbasi halifesi Mu’tasım zamanında (833-842) cami yeniden inşa edilmiş.
Halife Muktedir’in zamanında genişletilen yapı, Büveyhîler zamanında (937-995) yenilenmiş. Sonrasında Selçuklular döneminde, bu güne kadar gelen caminin esas ögeleri inşa edilmiş. İlhanlı dönemi de dahil olmak üzere günümüze kadar İsfahan’a hakim olan tüm yönetimler, Mescid-i Cuma’ya bir takım eklemeler yapmış ve onarmışlar.

Avrupa, gotik mimarlık dönemine geçmeden önce, kubbeyi taşınan tromplar ve kilit noktasındaki düşey silmelerle gotik mimarlık prensiplerinin uygulandığı Mescid-i Cuma Cami, 2012 yılından bu yana UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunuyor.

Bu güzel eseri de gezdikten sonra sıradaki noktam olan ve gitmeden önce isminden dolayı çok merak ettiğim Monar Jonban nam-ı diğer sallanan minare’ye gittim. O da şehrin dışına yakın bir yerde. Bulmakta biraz zorlandım ama sonunda nihayet bulabildim.

Daha önce Mecusiler’in tapınağı olarak kullanılan bina Moğollar döneminde türbe olarak düzenlenmiş. Manar Jonban (Sallanan minareler) aslında bir mimar hatası. Binanın çatısına daha sonra balçık ve tahtadan yapılan minareler çok sağlam olmadığından müezzinler tarafından sallanıyor. Daha önce çan çalarak daha sonra tekbir getirerek sallandırılan minareler 1316 yılında Moğol hakimiyeti sırasında derviş Abdullah tarafından yaptırılmış. Ateşgâh ise mescid olarak kullanılmaya başlanmış.
İsfahan’ı ziyaret eden turistlerin uğrak mekanı olan Manar Jonban’ın 2 kilometre uzağında ise dev ateşgâh mabedi bulunuyor. Sasaniler dönemine kadar Mecusilerin ibadetgahı olarak kullanılan dev ateşgah İran devriminin ardından bakımsızlıktan yıkılmak üzere.

Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş Ebu Abdullah adlı bir dervişin türbesi olan Manar Jonban, 17 metre yüksekliğinde 2 adet sallanan minareye sahip. Belli saatlerde Görevliler tekbir sesleriyle minareyi sallıyorlarmış. Ben görmedim ama öyleymiş.

Burayıda gezdikten sonra yakında bulunan Ateş Temple’ e gittim. Çok yorugun olduğumdan 200 mt. Yukarı çıkmayım diyerekten aşağıdan fotoğrafladım.

Sasani İmparatorluğu zamanından kalma olan Ateş Tapınağı dönemin düşman birliklerini izlemek için yığma bir tepe üzerine inşa edilmiştir. Bir düşmanın gözükmesi sonrası ateş yakılarak haber verilen İmparatorluk günümüze İran’da pek çok eser bırakmıştır. –Ki Ateş Tapınağı şehrin en önemli tarihi yapıları arasında gelmektedir. Yaklaşık 200 metre yüksekliğe tırmanarak tapınağa ulaşılan bölge sizlere muhteşem bir şehir manzarası sunmaktadır.

Burada çok fazla vakit kaybetmeden saat 7’ gibi sıradaki merak ettiğim şehir olan Yezd’e kontak açtım. İsfahan’dan çıkalı daha yarım saat olmuşken, şehirler arası yolda plakasız, eski bir araç bana selektör yapıp duruyor. “Lan manyak mıdır nedir” diyerek ben bastıkça baktım peşimden o da basıyor. O eski araba ile yanıma kadar gelip aban el kol hareketleriyle “sağa çek konuşalım” diyor. Ben ilk başlarda tırssam da “Aman ne olacak yaa” diyerekten sağa çekip durdum. Meğer adam tam bi motor manyağıymış, yakınlarda da Guest house denilen gecelik oda kiralayan bir yere sahipmiş. İlla “gel benim eve gidelim, sana kavun karpuz ikram edeyim” diyor. İlk başlarda çekinsem de havanın da çok sıcak olmasından dolayı davetini kabul ettim.

O önde arabayla ben arkada motorla yaklaşık 3 km. gittik. Sonra çok otantik bir evin önünde durduk. Büyük bir kapıdan içeri girip güzel bir avluyla karşılaştım. Hemen annesi olduğunu sandığım yaşlı kadına soğuk kavun karpuz getirmesini söyledi. Sağolsun yedik içtik, illa bu gece burada kal diye ısrar etti. Bende artık çok geç kaldım önümde 250 km. daha yol var, günlerimin de sayılı olmasından dolayı kalamayacağımı söyledi.

Bu motoru da 1990 yıllarda İran’ı gezen bir İngiliz, burada ona hediye etmiş. Hala çalışıyor, burada parçalarını bulamadığından motor biraz bakımsız ama hala çalışıyor. Motor 1950 model BSA hemen sahibinden nokta com’a girip baktım bura bu motorun restorasyonlusunu 50 binlere satıyorlar. Bunu ona çevirince gözlerinde dolar işaretini gördüm. Yezd’e gittiğimi öğrenince “madem bizde kalamıyorsun orda otel işleten arkadaşımın adresini vereyim benden selam söyle indirim yapar” dedi. Bende teşekkür ederek yoluma devam ettim. Gezdiğim kadarıyla çok harika bir misafir eviydi. Eğer vu yazıyı okuyup plan yapıyorsanız, ya da yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Sahibi Muhammed’e “Tenereli bir arkadaşın selamı var” derseniz indirim yapar. Adres; tak taku guest house Toodeshk (http://www.taktaku.com/)

Mohammed ve ailesine teşekkür edip yoluma devam ettim. Saat 22:00 gibi uzaktan Yezd’in ışıkları görünmeye başladı. Kısa süre sonra kente giriş yaptım. Hemen Muhammed’in söylediği Hotele gittim ama hotel doluymuş. Sağ olsunlar hemen yakınlarda bir hotele yönlendirdiler. Burası da Ali Baba Tradiotional Hotel diye bir yer. Hemen pazarlığımı yapıp, fiyatı %40 indirterek odama yerleştim. Burası da çok memnun kaldığım bir hotel oldu.

Yemek için dışarı çıkıp, yine oranın büryan kebabını yedim. Kaç gündür Falafel di, kebaptı derekn artık kebaptan nefret etmeye başlasam da mecburen götürdük. Birkaç foto çekip otele dönerek, en çok yorulduğum gün olarak tarihe kayıt düştüm.

15.08.2017 (Onsekizinci Gün)
Yezd – Şiraz

Kahvaltıdan sonra motoru hotelde bırakıp, çarşıya doğru yürüdüm. İlk durağım, Diğer adı Cuma Mescidi olan bu cami, değişik dönemlerin ve stillerin uygulandığı ilginç bir yapıdır. 1365 yılında yapılmıştır. Minarelerinin 48 metrelik yüksekliği ile İran’daki bütün camiler arasında birinci gelir. Bu minareler, tümüyle mavi çinilerle ve olağanüstü güzel motiflerle
kaplıdır. Bu mavi renk, çevredeki çöl ve Yezd binaları ile ilginç bir kontrast oluşturmaktadır. Binanın içinde uzun ve geniş bir bahçeyle ulaşılan bir eyvan bulunur. Bu eyvanda bulunan üzeri mozaik fayansla kaplı kubbe, kendi türünün en güzellerinden biridir. Mihrap ta fayans mozayik kaplıdır.

Caminin eskiyen ve kırılan çini işlemeleri yakın zamanda restore edilmiş ve modern bir kütüphane kurulmuştur. Caminin çok değerli el yazmaları burada sergilenmektedir.
Eski dönemlerde bu caminin yerinde bir Zerdüşt tapınağının bulunduğu ve sonradan camiye çevrildiği söylenmektedir. Bahçede bulunan Zarch Qanat isimli yer altı sulama sistemini görmek için bahçeden merdivenle inmeniz gerekiyor.

Bu caminin minarelerinde cuma günleri bir tür çöpçatanlık uygulaması yapılır. Bekar kadınlar çarşaflarına asma kilit takılı olduğu halde caminin minaresine çıkar. Kilidin anahtarını bahçedekilere fırlatır. Anahtarı alan erkek kilidi açar ve kadına tatlı ısmarlar. Yaygın inanışa göre bu tanışmanın uğurlu bir yanı vardır ve bu çift büyük ihtimalle evlenir.

Daha sonra Yezd’in, kendinizi eski çağda hissedeceğiniz o daracık ve üzeri kapalı olan caddelerinde gezmeye başladım.

Yezd İran’ın en eski şehirlerinden biri, ve hala otantikliğini koruyan ender şehirlerden biri. Burası Zerdüşt dininin merkezidir. 500.000 kişilik nüfusa sahiptir. Şehir eşsiz mimari yapıları ve ipekli el dokumaları (Farsça termeh), İran el sanatları, ipek dokuma, İran pamuk şeker’i olan “Pashmak” (pişmaniye’ye benzer) ile meşhurdur.

Burada gezerken soluklanmak için Fazeli Cafe diye bir yere girdim. Sahibi ücreti karşılığında çatıya çıkıp şehri görmenize müsaade ediyor. Herkes çıkıyor bende çıkayım diyerekten çıktım yukarı.

Yezd’e daha gelmeden ilk göreceğiniz şey, Cuma Camii minareleri ve Yezd’in ilginç mimarisine sahip evleri. Hemen hemen her evin üzerinde Badgirler “Rüzgar Kuleleri” var. Bu rüzgar kuleleri çok eski ve ilginç bir klima sistemi. Söylediklerine göre o sıcak iklimdeki havayı 0 dereceye kadar indirebiliyormuş. Yani dışarıda 45 derece sıcak varken evin içerisinde kazakla oturuyor olabilirsiniz. Tabii buna göre de evin içinde klimayı çok açma yada kısma sistemleri var. Zaten buranın diğer lakabı da “Badgirler Şehri”

Rüzgar Kuleleri iki prensipten biri ile çalışıyor: hava pencerelerinin rüzgara baktığı senaryoda kuleye dolan hava toprağın altındaki hava tünellerine yönleniyor ve orada soğuyarak evin içine dağılıyor ve nihayetinde bir başka rüzgar kulesinden çıkıyor.

Aşağıdaki resim evdeki hava akımını gösteriyor. Bu durumda biri rüzgarı toplayan ve biri boşaltan olmak üzere 2 kule var. Bu yöntemde bir kule rüzgara baktığı için evde toz ve kum birikmesine sebep oluyor.

İkinci yöntemde eve hava akımı rüzgar kulesinden değil, topraktaki bir delikten giriyor. Delik havayı toprağın alt katmanlarında içinde su da bulunan bir kanala yönlendiriyor. Toprağın alt katmanları ve içindeki su soğuk olduğu için, sıcak hava buraya indiğinde, hem soğuyor, hem de nemleniyor. Bu serin ve nemli hava daha sonra evin içine yönleniyor. Daha sonra da rüzgar altı yönüne bakan kule tarafından dışarıya boşaltılıyor. Bu yöntem hem tozu elimine ettiği, hem de havayı nemlendirdiği için sevilen bir yöntem ve hala yaygın olarak kullanılıyor.

Evlerin etrafını sur gibi dönen yüksek duvaların amacı da güvenlik değil, güneşten korunmak. Duvarlar yükseldikçe gölge boyu arttığı için duvarları yükselterek aşağıda kendilerine yaşama alanları yaratmışlar.

Diğer enteresan mimari yapılar arasında su depolamaya yarayan su anbarları, su dağıtımına yarayan tüneller olan kehrizler ve çevredeki dağların zirvelerinden getirilen buzların depolanmasıyla oluşturulan doğal buzdolapları olan yakhchaller var. Şehirdeki yapıların neredeyse tamamı kerpiçten yapıldığını da unutmamak lazım.

Daha sonra yakınlarda bulunan İskender Hapishanesine gittim. Burası Zendaan-e Eskandar (İskenderin Hapishanesi) isimle de tanınır. İçinde 3 satırlık Kufi yazısıyla on iki imamın isimleri yazılmıştır. Mozole, küçük, toz toprak içinde ve unutulmuş gibi görünür ama o dönemden geriye kalan nadir birkaç yapıdan biri olduğu için çok değerlidir. Ama anladığım kadarıyla bir zamanlar okul olarak da kullanılmış.

Bu güzel şehri gezmek için bir gün yetmez aslında ama zamanımın da azalması nedeniyle bu şehir için ayırdığım vaktin sonuna geldim. Motosikletimi yükleyerek sıradaki noktam olan ve çok merak ettiğim “Sessizlik Kuleleri” ne doğru yola çıktım.

Burası ismini, Sasani Kralı Yezdegerd’den alıyor. İslamiyet öncesi dönemde Zerdüşt topluluğunun merkezi. Zerdüştler’in tanrısı Ahura Mazda’ya göre, cansız insan bedeni ile ateşi, suyu, toprağı kirletmek günah. Zerdüştlerin ölülerini bir tepeye, kayalıkların üstüne bırakıp, yırtıcı hayvanlara parçalatması bu yüzden. Kentlerin yakınlarında, dairemsi duvarlar biçiminde inşa edilip, akbabalar tarafından bedenin yok edilmesi amacıyla Dakhme yani Sessizlik Kuleleri’ne bırakılır.

Burası ismini, Sasani Kralı Yezdegerd’den alıyor. İslamiyet öncesi dönemde Zerdüşt topluluğunun merkezi. Zerdüştler’in tanrısı Ahura Mazda’ya göre, cansız insan bedeni ile ateşi, suyu, toprağı kirletmek günah. Zerdüştlerin ölülerini bir tepeye, kayalıkların üstüne bırakıp, yırtıcı hayvanlara parçalatması bu yüzden. Kentlerin yakınlarında, dairemsi duvarlar biçiminde inşa edilip, akbabalar tarafından bedenin yok edilmesi amacıyla Dakhme yani Sessizlik Kuleleri’ne bırakılır.

Kulelere geldikten sonra, biletimi alıp tepeye doğru tırmanmaya başladım. Erken saatlerden mi yoksa, hava sıcaklığından dolayı mıdır bilmiyorum, benden başka kimsecikler yoktu. O tepeyi yaklaşık 15-20 dakika nefes nefese kalarak tırmandım. Hemen Wikipedi’yı açarak yer hakkında bilgileri araştırdım.

Ölümün de bir sırası olduğuna inanan Zerdüştler eğer ölüm gecenin başlangıcında olursa, ölü ertesi sabah Dakhme’ye götürülür. Eğer ölüm gecenin sonunda ya da sabah erkenden olursa, gece götürülür. Kaza sonucu ölüm halinde ise ölünün daha uzun bir süre kalmasına izin verilir.
Zerdüşt inancına göre, cenaze töreni şöyle oluyor: Bir kişi ölünce ailesi tarafından bu kulenin eteklerine getiriliyor. Rahipler tarafından kulenin içine taşınıp bir taş üzerine bırakılıyor. Terk edilen ölünün vücudunu kısa sürede parçalıyor akbabalar. Geriye kalan kemikler ise kulenin dibinde bulunan bir çukura atılıyor. Böylece ruh bedeni terk ettikten sonra, ölü bedenler ateşi, suyu ve toprağı kirletmiyor.

90 metre çevresi olan bir dairesel platform, büyük taş bloklarla döşenmiş, iyice betonlanmış ve Zerdüşt dininin temel üçlemesi “İyi Düşünce, İyi Söz ve İyi Davranış’a” karşılık verir bir şekilde üç sıraya bölünmüştür. İlk sıra erkek cesetler için, ikinci sıra kadın cesetler için, üçüncü sıra çocuklar için yapılmıştır. Yaklaşık 4 metre çevreli ve derin olan bir kuyu vardır sessizlik kulesinde. Bu kuyunun kenarları ve tabanı taş plaklarla döşenmiştir ve kuru kemiklerin konulması için kullanılır. Bir ya da iki saat içinde cesedin etleri akbabalar tarafından bitirilmiş olur. Geri kalan kemikler de bu çukura atılırmış. Burada biriken kemikleri de limon ve etkili bir asitle eritilirmiş.

İlginç olan bir başka nokta ise bırakılan ölülerin başında rahipler beklerdi. Yırtıcı kuşların ölen kişini ilk hangi gözünü yediği gözlenirdi. Sağ gözün önce yenilmesi ruhun iyi bir geleceğe kavuşması, sol gözün önce yenilmesi ise ruhun azap görmesi anlamına gelirdi. 1979’daki devriminden sonra sessizlik kulelerinin kullanılması yasaklanmış. Artık Zerdüştler normal mezarlara gömülüyor

Burada aslında Zerdüştlerin bir tapınağı da var. Ta 470 yılından beri sönmeyen bir ateşleri var. Bu ateşin sürekli yanması için rahipler her gün, günün belli saatlerinde bu ateşi besliyorlarmış ayrıca tapınak içinde Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’dan pasajlar duvarlara asılmış bir şekilde sergileniyormuş. Buraya da gidecektim ama ne olduysa burayı unuttum, yada es geçerek yoluma devam ettim.

Akşam saat 17:00 gibi yol kenarında bir tabela gördüm “Pasargad Antik kenti” diye. Antik kent yazınca hemen ilgimi çekti. Burası noktalarım arasında bulunmamasına rağmen gitmeyi planladım. Yol kenarındaki bir satıcıdan soğuk içecek aldım ve burası hakkında bilgi aldım. Mutlaka gör diyince tamam o halde diyip, saptım. Birkaç km. sonra antik kente geldim. Biletimi aldım, biletçi motosikletle antik kenti gezebileceğimi söyleyince daha da mutlu oldum. Atladım motora girdim kente.

2004 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine eklenen Pasargad, Ahameniş hanedanının ilk başkentiymiş. Büyük Kiros (Keyhüsrev) M.Ö. 550 yılında Med Kralı Astiages’le yaptığı savaş neticesinde büyük bir zafer kazanmış ve böylece Med devleti tarihten silinmiş. Büyük Kiros zafer kazandığı savaş alanına yakın olduğu için buranın başkent yapılmasını emretmiş. Kentin adının ise en büyük Pers kabilesini oluşturan Pasargad’lardan geldiği düşünülmekteymiş. I. Dareios’un tahta geçmesinden sonra M.Ö. 522’de Persepolis başkent olmuş.

Kiros’un ve karısının mezarları burada bulunmaktaymış. Kiros ‘un mezarı çok sağlam durumdaymış. Beyaz renkli büyük kireçtaşı bloklarından yapılmış olan bu mezar, altı basamaklı bir kaide ile dikdörtgen planlı, beşik çatılı bir mezar odasından oluşmaktaymış. İslam döneminde bu mezarın Süleyman’ın annesine ait olduğuna inanıldığından kutsal sayılmış. Belki de bu yüzden bu Mezar günümüze kadar sapasağlam yıkılmadan ayakta kalabilmiştir. Kiros’un Mezarı şehri fetheden Büyük İskender tarafından da ziyaret edilmiş.

Ahamenişler, Pasargad’ı öyle bir dizayn etmişler ki kentteki görkemli ve yalın mimarlık hemen dikkati çekmekteymiş. Kentin içkalesi, koni biçimli alçak bir tepeye kurulmuş, taş kaplı çok geniş bir platformun üstünde yer alıyormuş. İçkalenin güneyinde, içinde kraliyet yapılarının yer aldığı büyük bir park varmış. Duvarlarla çevrili olan bu parkın tek bir girişi varmış. Parkın giriş yapısının üstünde dört kanatlı, taçlı bir figürden oluşan bir kraliyet arması bulunuyormuş. Bu armanın, Asur saraylarının kapılarında rastlanan dört kanatlı koruyucu ruh betimlemesinin Ahamenişler tarafından uyarlanmış biçimi olduğu düşünülmekteymiş.

Burası da Pers İmparatorluğu kurucusu büyük Kiros’un mezarı olduğuna inanılan yer. Bu güne kadar zarar görmemesinde ki en büyük etken İslam dünyasının bilinmeyen bir nedenle Büyük Kiros’un mezarının, Hz. Süleyman’ın annesine ait olduğuna inanmasıdır.

Wikipedia:
Büyük Kiros (Antik Persçe: Kuruş[3], Farsça: کوروش بزرگKûrôş; ayrıca II. Kiros, Büyük Keyhüsrev ve Büyük Kuroş olarak da bilinir; MÖ 576 ya da 590 — MÖ Temmuz 529), birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusudur.
Büyük Kiros, güneybatı Asya’nın çoğunu ele geçirmişti. İlk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri’ni yazdırmıştır.
MÖ 559’da Medya İmparatorluğu’nun bir bölgesi olan Anşan’ın yöneticisi olmuştu. MÖ 550 yıllarında Kral Astiages’i bozguna uğratıp Med Krallığı’nı Pers İmparatorluğu’nun merkezi yaptı. MÖ 545 yılında Lidya Kralı Kroesus’u yenilgiye uğratarak Batı Anadolu’yu ve buradaki Yunan şehir devletlerini de ele geçirdi. MÖ 539’da Babil kentini fethedip Filistin’i de içine alarak Orta Doğu’nun çoğunu hükümdarlığı altına aldı. Orta Asya’da Massagetler ile savaşta öldüğune dair bilgi aktarılmaktadır.
Pers kralı Büyük Kiros ise hiç durmadan Saka topraklarına akın düzenlemiştir. Persler, Saka topraklarına girdiği vakit yakılmış tarlalardan başka bir şey bulamıyorlardı. Çünkü Sakalar, geri çekiliyor ve savaş için uygun bir mevzî ve an bekliyorlar, bu olmadığı takdirde de savaşa girişmiyorlardı. Sakaları kovalamaktan bıkan Büyük Kiros, İran’a geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir süre sonra kendisine tâbî olması ve kendisiyle evlenmeyi kabul ettiği takdirde Tomris Hatun ile uğraşmayacağını vaad etti. Tomris Hatun, bunun bir oyun olduğunu biliyordu ve teklifi reddetti.

Buna kızan Büyük Kiros, büyük bir ordu toplayarak tekrar Saka topraklarına girer. (Bu orduda savaş için eğitilmiş yüzlerce köpek de vardır.) Tomris Hatun, artık kaçmanın yarar sağlamayacağını anlayıp uygun bir alan seçerek Büyük Kiros’un ordusunu beklemeye başlar. İki ordu, aralarında birkaç kilometre kalacak bir biçimde mevzilenir. Güneş battığı için savaşa tutuşmazlar. Ancak gece Büyük Kiros bir hile düşünür, iki ordunun arasında bir çadır kurdurup içine güzel kızlar, yiyecekler ve şarap koydurur. Çadıra ansızın saldırı düzenleyen Tomris Hatun’un oğlu ve beraberindeki kuvvetler, içerideki birkaç Pers’i öldürüp eğlenceye dalmışlardır. Ancak birkaç saat sonra bir baskın düzenleyen Pers kuvvetleri, çadırı basıp Tomris Hatun’un oğlu da olmak üzere içerideki Sakaları öldürürler. Tomris, çok sevdiği oğlunun ölümüne üzülür. Yemin ederek “Kana susamış Kurus…. Sen oğlumu mertlikle değil, o içtikçe zıvanadan çıktığı şarapla öldürdün. Ama Güneş’e yemin ederim ki seni kanla doyuracağım” der.

Ertesi gün yapılan savaşı Sakalar kazanır. Ok atmakta usta olan ve savaş arabalarını büyük ustalıkla kullanan Sakalar, savaş köpeklerine rağmen Persleri bozguna uğratır. Ölenler arasında Pers kralı Büyük Kiros da vardır.
Tomris Hatun sözünde durur ve Büyük Kiros’un kesik başını kan dolu bir tulumun içine atar ve “Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi seni kanla doyuruyorum!” der.
Büyük Kiros’un Kur’an-ı Kerîm’de geçen Zülkarneyn olabileceğini öne sürenler vardır

Burayı da güzelce gezdikten sonra sıradaki nokta olan Persepolis’e doğru sürdüm. Yaklaşık 80 km. sonra akşam hava kararmaya yakın Persepolis’e geldim. Motoru parkedip koşa koşa bilet almaya gittim. Akşam olduğundan ziyaret saati sona ermiş, uzaktan bir kaç fotoğraf çekip mecburen geri döndüm.

Yakınlarda bulunan bir otelin bahçesine çadır kurmak için izin aldım, ücreti karşılığında sabah kahvaltısı dahil 10,000 tümen para verip geceyi burada geçirdim.

16.08.2017 (Ondokuzuncu Gün)
Şiraz – Borazjan – Bandar Geneve – Mahşehr

Sabah erkenden kalkıp, Persepolis’e tekrar geçtim, baktım daha açılmamış “burayı içerden görmek kısmet değilmiş” diyerek şiraz’a doğru sürmeye başladım. Kısa bir süre sonra şehre girdim. Burası’da neredeyse Tahran gibi çok kalabalık bir şehir. Trafikte epey cebelleştikten sonra ilk durağım İrem Bahçelerine (Erem Garden) geçtim. Girişte motoru kaldırıma parkedip, biletimi alıp içeri girdim.

Burası Şiraz’ın tam ortasında yer alıyor. Ve bugün Şiraz Üniversitesinin Güzel Sanatlar dalı burada hizmet veriyor. u bağ, edebiyatımızda sık sık rastlanılan ve genelde “Yalan dünyanın cenneti” olarak tasvir edilen İrem Bahçesi olarak bilinir. Adı itibariyle Yemen’de kurulan bir bahçenin devamıdır. İrem bağı Kuran’da anlatılan bir bağdır. Doğu mitolojisinde Tanrılık iddiasında olan Şeddad Bin Âd’ın Yemen dolaylarında kurduğu; ağaçlık, akarsuların çağladığı, çiçek bahçeli köşklerin bulunduğu yapay bir cennete benzetilen büyük bir bağ.

İlkin Yemen’de kurulan İrem Bağı Selçuklular döneminde de Şiraz’da bu bağın bir benzeri kurulur. Ve aynı ad verilir bu bağa. Ama Şiraz’daki İrem Bağı kurulurken Yemen’deki İrem bağının esamesi okunmuyordu. Tarumar olmuştu o vakitler Yemen’deki İrem Bağı. Şiraz’ın İrem Bağı efsanevi yönden Yemen’den ama müşahhas olarak Endülüs’teki El-Hamra Sarayının bahçesinden ve Agra’daki Tac Mahal’in bahçesinden etkilenerek yapıldığı söylenir.

Mimar Muhammed Hassan tarafından inşa edilen görkemli bir sarayı çevreliyor İrem Bağı. Kacar hanedanlığı döneminden kalan İrem Bağı köşkü ziyaretçilerine unutulmaz anlar yaşatıyor. Köşkün dış cephesindeki çinî süslemelerde Yusuf ve Züleyha, Ferhat ile Şirin tasvirleri yapılmış. Şiraz’ın masalsı atmosferini tam anlamıyla yansıtan bu bağ, özellikle yaz aylarında muhteşem bir güzelliğe bürünüyor. Onlarca dönümlük bir alan üzerine kurulmuş, 700 çeşit bitki ve ağaç türü ile süslenmiş, havuzlar, fıskiyeler ve su kanalları, -bunlara dere desek daha güzel olur- göz ve gönül ziyafeti sunar. Bu bağda Trabzon hurmasına bile rastlamak mümkün. Bu bağın bir özelliği de dünyanın dört bir tarafında hangi bitki yetişiyorsa bu bitkinin bir tanesinin de buraya getirilmesidir. İklim şartları el veren bitkiler bu bağda yaşamaya devam ediyor.

İrem bağında uzun ve nadir boylarıyla sallanan Sedir ağaçları da bu bağın yerleşik halkı gibi her yerde karşımıza çıkıyor. Önce Servi ağacı zannetmiştim bunları. Ama yaklaşınca bunların Servi olmadığını gördüm. Son zamanlarda Şiraz’daki yağışların azaldığını söylersek neden Sedir ağacı dikildiğini daha güzel anlıyoruz. Bu Sedir ağaçlarının hemen hepsinin bir aşığı var. Aşeka sarmaşık bitkisi hemen hemen bütün sedir ağaçlarının boyunlarını aşağıdan yukarıya kadar sarmaş dolaş olmuş bir vaziyettedir…

Neden her Sedir ağacının bir aşığı var dememin bir hikmeti var. Bizim bu gün “aşk-عشق” dediğimiz kelime, Hintçenin atası olan Sankristçe dilinden Arapçaya geçmiş. Oradan da Türkçeye… Ama Aşeka ismi sarmaşığın orijinal ismi olarak kullanılıyor. Klasik edebiyat kitaplarını karıştıranlar bilirler bu aşeka sarmaşığının Sedir ağacına neden sarıldığını. Bu ilişkiyi bilmeyenler için bir iki cümle benden olsun. Bir ağacı saran, besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutarak çelimsiz sıska hatta öldürecek vaziyete getiren sarmaşığın adı Aşeka’dır. “Aşeka” yüreğe yapışan bir “doğru” gibi, ağaca yapışan bir sarmaşıktır. Sarar, sarmalar, sardıkça büyür, büyüdükçe biraz daha sarmalar, suyunu emer, kısaca Aşeka; ağacın can’ını alıp canan’ı yapan bir sarmaşıktır. Hani yüzyıllardır aşk anlatılır ya kumruların aşkı gibi. Tam da bunları düşünürken âşıkların İrem bağında Sedir ağaçları altında dertleştiklerine, hasbıhal ettiklerine şahit oldum. O vakit kalbimden şu cümle sadır oldu.

Alın size aşkın gerçek hayat hikâyesi!..”
İrem Bağı gerçekten Şiraz’da görülmeye değer. Cümlelere sığmayan anlatılmaz muhteşem bir eser. Gidip görülmesi gerekir.
(Milat Gazetesinden alıntıdır.)

Burayı da güzel bir şekilde gezdikten sonra, sıradaki noktam yakınlarda bulunan Şah Cerağ ve Nasır El Mülk Camii’sine geçtim.

Işıkların Şahı anlamına gelen Şah Çerağ, Şiiler için oldukça önemli olan sekizinci imamın kardeşi Seyyid Ahmed Emir’in Şiiler arasındaki lakabıdır. Aynı zamanda camii olarak kullanılan ve şiiler için Şiraz şehrinde bulunan en kutsal yerlerden biri olarak kabul edilen türbede, Şiraz’da Abbasi Halifesi tarafından öldürülen Seyyid Ahmed Emir’in ve Mir Muhammed’in mezarları bulunmaktadır.

12. yüzyılda yapılan türbe zamanla büyütülerek günümüzdeki halini almıştır. Şah Çerağ Türbesi, Şiilerin genellikle mütevazı olan türbe örneklerinin dışına çıkarak 14. yüzyılda bir kraliçe tarafından yakına yapılan bir camii ile oldukça gösterişli bir hale getirilmiştir.

Kadın ve erkekler için ayrı giriş kapılarının bulunduğu türbe ikiye bölünerek kadın ve erkeklerin ayrı bir şekilde ibadetlerini gerçekleştirmelerine olanak tanınıyor. Dua ve ibadetlerini yapan ziyaretçiler namazlarını kıldıktan sonra saygıdan dolayı geri geri türbeden dışarı çıkıyorlar.

Bu şehri güzelce gezdikten sonra yoluma devam etmeye kara verdim. Aslında bu şehir bir günde gezilemez. Gitmediğim birkaç nokta daha kaldı aslında ama her yere de gitsem zaman yetmiyor. Bu şehir biraz hızlandırılmış gezdim ama aslında görülecek bir dünya daha yer var. Bu sefer rotam Basra Körfezi, körfez Savaşı sırasında çocuktum ve hep duyardım “körfezde sular ısındı” diye. Bakayım gerçekten sıcak mı dedim ve sürmeye başladım.

Borazjan yakınlarında giderken Hurma bahçelerinin çok olduğu yerde durdum ve hayatımda ilk defa hurmayı ağaçta gördüm

Burası İran’ın içlerine göre daha da sıcak. Şiraz’dan çıkıp yaklaşık 50 km. gittikten sonra bir fırtınaya yakaladım ki; hayatımda gördüğüm en şiddetli fırtına buydu herhalde. Yolda giderken ilerde yaklaşan fırtınayı gördüğüm halde “herhalde içine girmem” diye düşünürken, yolun mecburen o tarafa gitmesi sonucu fırtınanın tam orasında girmiş bulundum. Durayım diyorum ama 5-6 km. ilerisi günlük güneşlik göründüğünden durmadım. Durmadım ama fırıtına motoru neredeyse devirecek, araçlar bile zor giderken hangi akla uyduysam yoluma devam edeyim dedim. Motor devrildi devrilecek derken, bir de yağmur başladı. 10 dk. Yağmurda kaldım, kaldım ama iliklerime kadar ıslandım. Neyse ki 5-6 km. sonra kupkuru bir havanın içinde buldum kendimi. Toplamda 650 km. yaparak Bandar Geneve şehrine kadar geldim. Hemen üzerimi çıkararak Basra Körfezin’de serinleyim dedim. Dedim ama; denize girdiğim an sıcaktan yandım .

Biraz denizde kaldıktan sonra motorun yanına geldim baktım motoruna başı kalabalık, hemen fotoğraf çekilmek istediler.

Burada genç bir çiftle tanıştım, biraz konuştuktan sonra beni evine davet ettiler. Hiç beklemediğim bu davet karşısında çok şaşırdım ama reddettim. Bu defa beraber yemek yemeyi teklif ettiler onu da nedense reddettim. Şimdi kızıyorum kendime ama herhalde o anki psikolojim öyle uygun gördü. Burada daha fazla oyalanmadan biraz daha gideyim dedim ve 200 km. daha sürerek Mahşehr kentine geldim. Burası Huzistan eyaletine bağlı bir petrol şehri. Her yerde petrol rafineleri ve petrol ile ilgili fabrikalar var.

Buraya geldiğimde hava karardığından çadır yeri bulamadım. Hemen otellere baktım birkaç otelde fiyatı duyunca şok geçirdim. Bu seferde hosttlleri araştırdım orda da yer bulamadım. Hostel ararken iki tane İran’lı arkadaşla tanıştım sağ olsunlar çok yardımcı oldular. Ne kadar hostel ya da otel varsa onlar arabayla önde ben arkada motorla şehri gezdik ama yok, hostellerde yer yok oteller de ateş pahası. Bender Geneve’de o çiftin ahımı tuttu nedir. İran’lı arkadaşlara sorduğumda buranın petrol şehri olduğunu ve fiyatların çok olduğunu söylediler. En son mecburen otele gidip, biraz pazarlıkla 960,000,000 tümene anlaştık. Bu da yaklaşık 98 TL’ye denk geldi.

17.08.2017 (Yirminci Gün)
Mahşehr – Ahvaz – Shuster – Hürremabad – Hemedan

Sabah kahvaltı için lobiye inerken merdivendeki asılı bir resim çok dikkatimi çekti. Üzerindeki yazıdan okuduğum kadarı ile haritalardan hemen araştırdım, baktım rotama da çok ters değil, “mutlaka burayı görmeliyim” dedim kendi kendime.

Kahvaltıdan sonra çıktım yola, zaten bu şehirde çok da görecek şey olmadığından şehir turu yapmadım. Yaklaşık 220 km. sürdükten sonra nihayet Şuşter’e geldim. Bu şehre girdiğim anda atmosfer birden değişti, yine çağ öncesi döneme döndüm sanki, her taraf tarih, her tarafta ilginç binalar.

Fransız bir arkeolaga göre burası 10,000 yıllık bir mağara şehri ve bu sistemde şehrin sulama sistemi aslında. Yukardan bakıldığında ne kadar karışık görünse de bir o kadar akıllıca bir sistem yapılmış. Burası milattan önce 3 yy.da Sasani hükümdarı emriyle Romalıları kullanarak yapılan Roma köprüsü ve Roma barajıymış ve İran’da bir baraj ile bir köprüyü birleştiren ilk yapıymış. Burası UNESCO tarafından “yaratıcı dehanın bir başyapıtı” olarak nitelenmiştir

Wiki bilgisi:
Shushtar altyapısı su değirmenleri, barajlar, tüneller ve kanallar içeriyordu. GarGar köprüsu değirmenleri ve şelaleler üzerine kurulmuştur. Bolayti kanalı, su değirmenlerinin doğu tarafında yer almaktadır ve su değirmenlerinin zarar görmesini önlemek için Gargar köprünün arkasından su değirmenlerinin doğu tarafına ve kanalın suyunun suya beslenmesi işlevini üstlenmektedir. . Dahaneye shahr tüneli (şehir orifisi), suyu Gargar tutamının arkasından su değirmenine yönlendiren ve ardından birkaç su değirmeni işleten üç ana tünelden biridir. Seh koreh kanalı, GarGar köprüsünün arkasından suyu batı tarafına yönlendirir. Su değirmenleri ve su düşüşlerinde, değirmenleri çalıştırmak için mükemmel bir model olan değirmenler görülebilir.

Band-i-Mizan’la birlikte yaklaşık 500 metre (1,600 ft) uzunluğundaki bir Roma dikeni olan Band-e Kaisar (“Caesar’ın barajı”), Band-i-Mizan ile birlikte nehri koruyan ve yönlendiren kompleksin ana yapısıydı. Bölgedeki sulama kanallarına su. MS 3. yüzyılda bir Roma işgali tarafından Sassanid emriyle inşa edilmiş, en doğudaki Roma köprüsü ve Roma barajı [ve İran’daki ilk yapı bir köprüyü bir baraj ile birleştirmiştir.

Sulama sisteminin bazı bölümlerinin, başlangıçta İran’ın bir Achaemenian kralı olan Darius the Great’in zamanına kadar olduğu söyleniyor. Kısmen, bugün hala kullanımda olan Karun nehrinde bir çift birincil kanaldan oluşuyor. Bu tünelleri tedarik yolu ile Shushtar şehrine su dağıtır. Alan, hidrolik sistemin çalışması için eksen olan Salasel Castel’ı içermektedir. Ayrıca köprüler, barajlar, değirmenler ve havzalar ile birlikte su seviyesi ölçümü için bir kuleden oluşmaktadır.

Ardından, Mianâb denilen alan üzerinde çiftçilik yapma ve meyve bahçelerini dikme imkânını da içerecek şekilde kentin güneyine düz bir şekilde girer. Aslında, Karun nehri üzerindeki iki saptırma kanalı (Shutayt ve Gargar) arasındaki bütün alan, kuzey ucunda Shushtar şehrine sahip bir ada olan Mianâb olarak adlandırılır.

Daha sonra tüm şehri motorla gezdim. Daracık sokaklar, satıcılar, zaman direnen tarihi binalar, koşturan çocuklar.. derken burada epey vakit geçirdim. Daha sonra Karun Nehrinin yanında dinlenirken biri ile tanıştım. Epey muhabbet ettik, yine beni evlerine davet ettiler. Hemen nehrin kenarında harika bir manzaraya sahip bir evleri vardı. Gittim muhabbet ettik, çay içtik. Tanıştığım arkadaş ta Couchsurfing’te couchmuş. Akşam kalmam için epey dil döktü ben yine kabul etmedim.

Arkadaşla vedalaşıp yoluma devam ettim. 550 km. daha sürerek gece vakti Hemedan’a ulaştım. Bu taraflarda da otel fiyatları yüksek olduğundan hostel, guesthouse falan aradım. Google da bir tane buldum, ara ara bulamadım. Hemen o civarda yaşlı bir amcaya adresi sordum, amca “ben biliyorum” dedi. Hemen yakınlarda bir binaymış. Motoru park edip amcanın peşine takıldım. Kısa bir süre sonra telefondaki guesthouse adresine geldik. Zile basınca evden yaşlı bir çift çıktı. Beni getiren amca ile biraz konuştuktan sonra, uzun bir süre önce guesthouse un buradan taşındığını söylemişler. Beni getiren amca da dert etti kendine, “yakınlarda bir tane daha var” dedi. Yine düştüm peşine gittik orası da doluymuş.

Amcaya “boş ver ben kendi başımın çaresine bakarım” dedim ama amca beni bırakmıyor. “bize gedek, bize gedek” diye adte yalvarıyor bana. Ben de tanımadığım insanların evinde kalmayı hiç sevmem. “amca ben otelde kalırım” dedim, tamam dedi. Kendi arabasını aldı, beni takip et dedi. O önde ben arkada motorla takip ediyorum. Şehir merkezine yakın bir yerde otele geldik. Otelde yer var, fiyatta güzel ama park yeri yok, sokağa park etmem gerekiyor. Orada takılan tipleri de gözüm tutmadı, amcaının da içine sinmemiş ki burası olmaz dedi.

Başka otele geçtik orda da yer yok. Amca yine “bize gedek, bize gedek” demeye başladı. Ben de baktım kaçarı yok “tamam” dedim. Amca epey sevindi. Tekrar geri döndük amcanın evine geldik. Eşini kaldırıp bana güzel bir yemek hazırlattı sağolsun. Amcayla biraz muhabbet ettik. Amcanın ismi Rıza’ymış kendisi Türkmen ve emekli sınıf öğretmeni, eşi ve kızıyla burada yaşıyor. Çok fazla Türkçe bilmiyor ama dediklerinin çoğunu anlıyorum, ama o benim dediklerimin çoğunu anlamıyor. Ama yine de güzel anlaştık. Bana güzel bir yer yatağı hazırladılar, şerbetlerimizi içtikten sonra hemen yatıp uyudum.

18.08.2017 (Yirmikinci Gün)
Hemedan – Bazargan – Doğubeyazıt

Sabah tıkırtı sesine uyandım, baktım Rıza amca kahvaltı hazırlıyor. Beraber kahvaltımız yaptıktan sonra, birbirimizin iletişim bilgilerini alıp kendisine çok teşekkür edip evden ayrıldım. Biraz şehri dolaşayım diyerekten motora atladım şehir turu yaptım.

Telefonu şarja koymayı unuttuğumdan burada hiç fotoğraf çekemedim. Zaten artık hem yoruldum hem de zamanım dolduğunda çoğu noktama da gidemedim. Zaten bu şehirler bir günde gezilmiyor. Burada her yer tarih olduğundan hepsine maalesef vakit ayıramıyorum. Kendimi yola atıp tam 970 km. yaparak Bazargan sınır kapısına geldim. Sınırı geçmeden motorun deposunu son defa bedava benzin ile doldurdum. Arkada 5 lt.lik bidonum vardı onu da doldurdum. Saat 20:30 gibi sınırda evrak işlerimi başlattım, saat 23:00 gibi ancak sınırı geçebildim.

İran’a ilk girdiğim kapıdaki evrak işlerimi halleden Navid evrakların bir hafta geçerli olduğunu, bir hafta içinde ülkeden çıkmam gerektiğini söylemişti. Biraz da bunun için yolculuğum son günlerini biraz hızlı yaptım. 2-3 gün içinde 2600 km. den fazla yol yaptım bu da beni yordu haliyle. Bu evraklar yüzünden çıkışta bayağı bir korktum ama korktuğum başıma gelmedi, hiçbir sıkıntı çıkmadan sınırdan çıktım.

İmamzade Abdullah Meydanı

Sınıra gelmeden epey bir zaman önce motordan da ses gelmeye başlamıştı. 4. Vitese kadar bir şey yok, motoru 5. Vitese attığımda motordan ses gelmeye başlamıştı, sanki motor gitmiyormuş gibi geliyordu. Epey bir 4. Viteste kullandım. Motordan aşağı inip sağına soluna bakıyorum motorda hiçbirşey gözükmüyor. İnternetten birkaç kişiye yazdığımda 5. Vitesin sekromeçi kırılmış olabileceğini söylediler. Bu da benim çok moralimi bozdu, fotoğraf falan çekmeyi bile unuttum yolda.

Sınırda evrak işlerini hallederken motoru orta sehpa üzerinde bırakmıştım, motora yanına geldiğimde zincirin epey bollaştığını gördüm. Türk tarafına geçtikten sonra takımları çıkarıp, sivri sineklerin ziyafeti eşliğinde zinciri gerdim ama sivrilerde beni gerdi. Motora atladım baktım motor gayet güzel gidiyor. Hemen doğubeyazıt’a gidip otel bulup geceyi burada geçirdim.

Yazar : tenekecelebi

Yorum Yap